13 Temmuz 2015 Pazartesi

THE FINAL FRONTIER

IRON MAIDEN


Iron Maiden 'ın 2010 yılında çıkardığı, şimdilik son albüm. Aynı zamanda, kendinden önce çıkan albümle arasındaki dört senelik arayla da, grubun albümler arasında verdiği en uzun ara. Hoş, eğer bundan sonra bir albüm gelecekse de, bu rekoru kaptıracak demektir. 

Iron Maiden ‘in en uzun albümü olmakla birlikte, şarkıların neredeyse yarısı da 7-8 dakikalık parçalar. Bu noktada, sürekli değişen yapısıyla bu şarkıların aslında kendi içlerinde de 2 hatta 3 parça gibi değerlendirilebileceğini söyleyebilirim. Bu nedenle hiç bir şarkı insanı sıkmıyor. Dinlemesi çok keyifli, sanki senfoni bestelermiş gibi ilmek ilmek dokunmuş hissi yaratan şarkıların arasında, alıp en iyi Iron Maiden parçası diyebileceklerim dahi var . 

Şarkılara göz gezdirmek gerekirse;  

Satellite 15 oldukça uzun bir introya, melodik, lakin sert rifflere sahip. En güzel yeriyse şarkının sonlarında senfoniye bağlayan gitarlar benim açımdan. 

El Dorado çatır çatır bas gitar duyduğumuz, gitar rifflerine kulak kabarttığımız, Dickinson ‘un da ses aralığını ara ara gösterdiği şarkı. Muhtemelen hatalıyım, ancak şarkının bir kaç noktasında Nicko ‘nun zillerde ağır kaldığını ve bir iki atakta kaçırıp hata yaptığını düşünüyorum. 

Mother of Mercy melodik rifflerle başlayan girişiyle ve Dickinson ‘un nağmelerle ses renginin güzelliğini gösterdiği bir şarkı. Aslında dikkatli dinlenirse Dickinson ‘un nakaratlarda pelteğe bağlayıp etrafa saçtığı tükürükleri bile duyabilirsiniz. 

Coming Home senfoniye bağlamış riffleri, inişli çıkışlı ağır temposu ve inanılmaz güzel solosuyla en sevdiğim Iron Maiden parçaları arasındaki yerini kolayca almış bulunmakta ilk dinlediğim andan beri. 

The Alchemist bildiğimiz Iron Maiden. Albüm genelinde olduğu gibi uzun bir parça, pek ısınamadığım şarkı sıkıcılıktan son derece yaratıcı bulduğum davul ve Bruce Dickinson ‘un renkli vokali sayesinde kurtuluyor. 

Isle of Avalon oldukça uzun girişi ilginç. Son derece sayko, hatta jazz 'a kaçan gitarlar ve sürekli değişen ritmiyle, gene albümdeki sağlam parçalardan. Yaklaşık 9 dakikalık uzunluğun dikkati dağıtmamasındaki ana unsur, dile getirdiğim gibi değişen ritm ve gitarların arada yakaladığı melodilerin, tonların güzelliği ile birlikte hızlandıkça yakalanan klasik Iron Maiden soundundaki uyumları. 

Starblind 'da solonun girdiği senfonik bir bölüm var ki son 2 dakikalık bölümde derinden gelen klavye ile bilrlikte, ne olursa olsun alıp şarkıyı baş tacı etmeye yeter. Bununla birlikte, klasik Maiden soundu ve eğer bahsettiğim 2 dakikalık bölüm göz ardı edilecek olursa, yer yer sıkıcı bir şarkı olduğunu bile düşünüyorum. Ne de olsa 7 dakikanın biraz üstünde bir şarkı. 

The Talisman orta dünyaya bizimde bir katkımız olsun demek için yazılmış hissi yaratan bir şarkı Birleşik Krallığın folk şarkılarına selam çakıp çakmadığından emin olmadığım bu güzel giriş sonrası kendini toparlasa da, aynı hissi sololarda da vermeye devam ediyor. Aslında klasik Iron Maiden ‘i dinlediğimiz şarkı, bu yapıyla bana kalırsa ilginç bir atmosfere sahip. Güçlü bas gitar ve davulla da kendini sevdirmiyor değil hani. 

The Man Who Would Be King girişiyle ballad mı yapmış lan yoksa adamlar dedirtirken, dinlediğinizin Iron Maiden olduğunu solonun girmesiyle suratınıza tokat gibi çarpan, en baba Iron Maiden parçalarından birisi, bir headbang törpüsü hatta. Gitarlar hüngür hüngür ağlatırken, işi fazla uzatmadan gene enfes rifflerle destekli, çatır çutur bass gitar duyduğumuz vokale bırakıyorlar yerlerini. Şarkı Maiden ‘den dinlediğim en keyfili bölümlerden birisine sahipken, gitarların hep beraber oluşturduğu senfoni, inişli çıkışlı yapısıyla insanı hiç sıkmayan 8 dakikanın üzerindeki şarkının kendisi gibi sersemletici. 

When The Wild Wind Blows 11 dakikayla en uzun şarkı olmakla birlikte, ağır lakin değişken tempolu şarkı enfes bir soloya sahip gene. Şarkı, başladığı gibi biterken sessiz ve derinden albümü de sonlandırıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder