25 Eylül 2018 Salı

BLADE RUNNER 2049

BLADE RUNNER 2049 EFSANEYİ 30 YIL SONRA YENİDEN CANLANDIRIYOR



Denis Villeneuve ve Roger Deakins Büyüleyici Bir Devam Hikayesi Sunuyor 


1982 yapımı kült film Blade Runner’ın ardından, hikâyenin kaldığı yerden fazla boşluk bırakmayacak biçimde devam eden Blade Runner 2049, izlerken doğal olarak ilk filmle karşılaştırmaktan geri duramadığınız bir film. Yönetmen Denis Villeneuve ‘un sinemasına aşinaysanız biraz da bu gözle izleyeceğiniz, sinematografi adına ilk filmin üzerine farklı (daha doğrusu daha büyük) bir dünya yaratmış ve görüntü yönetmeni Roger Deakins’ın da, en azından benim için en iyi işi olmuş açıkçası.   

Filmin üzerine saatlerce yazılabilir; bunu yaparken ilk filmle kıyaslama yapacak olursak, sembolizm meraklılarını doyuracak kadar malzeme çıkacağını sanmıyorum ancak, görüntü yönetmenliği ile birlikte teknik manada son yıllarda izlediğim en iyi film; açıkça söylemek gerekiyor ki film, bir elmas edasıyla ince ince işlenmiş.   

Sinemadan ayrılırken, içimde Interstellar, Inception, Arrival, Her ve hatta daha da eskiye gitmek gerekirse Matrix’de yaşadığım doyumu yaşadım. Size, Matrix gibi sinemadan çıktığınız anda yaşam üzerine felsefi sorgular yaptıracak bir film değil muhtemelen. Ancak konuyu işleyiş, yaratılan dünya ve soluduğunuz atmosfer saydığım bu filmler gibi çok da alışık olmadığınız bir dili barındırıyor. Filmden ayrıldığınızda dolu dolu aksiyon sahneleri izlememiş, hayatı sorgulatacak mesajlar duymamış olsanız bile sinema adına belli mertebede bir doyuma ulaşıyorsunuz; hatta itiraf etmeliyim ki, üç saate yakın süresine rağmen, filmin tadı damağımda kaldı.  

Böyle bir filmi anlatmaya nereden başlanır bilemiyorum. Blade Runner’ın cyberpunk kültürüne yaptığı etkinin (katkı değil, doğrudan etki) bu filmde karşılığı ne olacaktır bilmek zor. İlk filmde yaratılan dünya, daha dar bir açıyla, kısıtlı planlarla izleyene ulaşırken, Blade Runner 2049’da daha geniş açılarda gördüğümüz dünya, ilk filmdekine nazaran etkileyiciliğini kaybetmiş görünüyor. Kendi adıma Blade Runner’da karşılaştığım dünyanın, cyberpunk ve kara film türlerinin kusursuz şekilde bir araya geldiği, çok daha tatmin edici bir görsellik sunduğunu söyleyebilirim. Blade Runner 2049 ise daha büyük planlarda, daha büyük bir dünya sunarken size, detaylara odaklanmanızı zorlaştırmış ve ancak planlar ufaldığında ilk filmdekine benzer (şaşırtıcı) sahneler ve detaylar yakalamanıza olanak vermiş. Bu, uzun süresi ve zorlayıcı hikâyesi göz önüne alındığında yaratılan dünyanın görselliği ile ilgili olarak kafanızda bir bütün oluşturmanıza engel oluyor perdenin karşısında. Elbette ki şunu da göz önünde bulundurmak lazım; bu bir devam filmi ve Blade Runner’ın bıraktığı izler üzerine kurulmuş durumda. Blade Runner ise, ilk izlediğimizde türün öncülü olmasının da etkisiyle yumruk etkisi yaratmıştı; en azından benim için.    
  
Söylemek istediğim şu; hatırlayanlar olacaktır, ilk filmde J. F. Sebastian’ın kendi oyuncaklarıyla doldurduğu apartman dahi filmle ilgili analizlerde kendisine yer bulurken, Blade Runner 2049’da Mad Max: Fury Road’da olduğu gibi yaratılan dünyanın bütünü içinde kendinizi kaybederken daha ufak planlarda ilk filmdekine benzer bir odak noktanız (pek) yok.   

Filmde karşımıza çıkan atmosfer ilk filmi aratmıyor

Bu elbette ki sinematografi adına bir başarısızlık falan değil, izleyenin kişisel tercihi ile ilgili bir yorum. Kullanılan renk paletinden yaratılan atmosfere, kostümlerden kullanılan mekânlara kadar bu filmin sinemada çok fazla karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Benzeri bir özenin gösterildiğini hatırladığım son örnek, yukarıda da örneğini verdiğim son Mad Max, Fury Road.   

Üstüne basarak söylemeliyim; şu satırları yazarken dahi filmin yarattığı atmosfer aklımdan çıkmıyor. Her iki filminde yarattığı dünyalar arasında, sunum farklılıkları olmasına rağmen, Blade Runner 2049 da kesinlikle beyninize kazınacak bir görsellik sunmakta. Buna en büyük etkiyse, süresiyle doğru orantılı ağır kurgusu, uzun planları ve Hans Zimmer elinden çıkmış etkileyici müzikleri. İlk filmde Vangelis tarafından yapılmış film müzikleri, sinema tarihinin en etkileyici işlerinden birisiydi hiç kuşkusuz; bu film için de rahatlıkla söyleyebilirim ki, özellikle geniş planlarda size sunulan dünyanın içinde kaybolurken, Zimmer tarafından yazılmış müzikler kesinlikle kurguyla birlikte hareket ediyor ve hafızanızda o sahnelerle yer ediyor. Atmosfer, içinize böyle işliyor işte 2049’da...  

Blade Runner, sinema versiyonundan Ridley Scott’un kendi kurgusuna gelene kadar, Harrison Ford’un canlandırdığı Deckard karakterinin replicant olup olmadığı ile ilgili koca bir soru işareti barındırıyordu. Versiyonlar arasındaki bu kati farklılık, bildiğimiz kadarıyla senarist ve yönetmenin de üstünde ortak payda da buluşamadığı bir noktaydı. Blade Runner 2049 ise, hikâyesini ilk filmin versiyonlar arasında bıraktığı bu muğlaklığı yönetmen kurgusu (Final Cut adıyla piyasaya sürülen versiyon) özelinde verdiği cevap üzerinden yürütüyor. Blade Runner 2049’da ise, “kim replicant kim değil”in cevabı çok daha net veriliyor. Kesin olan şu ki, ilk film felsefi altyapısı göz önünde bulundurulduğunda özellikle de Rutger Hauer’ın hayat verdiği Roy karakteri filmin mottosuna (insandan daha insan) çok daha derin bir yorum katmaktaydı. Blade Runner 2049 ise bu mottoyu filmin başından sonuna kadar çok daha kör göze parmak işliyor, hatta Jared Leto’nun hayat verdiği Niander Wallace karakteri sanki sırf bu nedenle filme eklemlenmiş gibi (ne yazıktır ki işlevsiz) duruyor. Belki filmin konusuyla paralel bir değerlendirme yapmak gerekirse, tersini düşünmek de olanaksız. Lakin bu bilinçli yapılmış gibi görünen seçim,  filmin Hollywood tarzı sonu da göz önünde bulundurulacak olursa, ilk filmin tersine konu kapanmış etkisi yaratıyor ve distopik bir evren içerisinde sizi sonuyla ters orantılı olarak mutsuz ediyor.  

Gerek Blade Runner, gerekse Blade Runner 2049 konu ve hikâye açısından bilim kurguya uzak değilseniz çok şaşırtıcı değil. Filmlerin en büyük numarası, bu hikâyelere kattığı felsefi derinlikleri yanında bunu size sunuş şekilleri. Blade Runner 2049, ilk filmdeki hikâyeyi doğurganlık meselesiyle bir adım daha öteye taşıyor. Film ilerledikçe Ryan Gosling’in hayat verdiği filmin esas oğlanı Joe’nun endişeleri ve umut ettikleriyle insan olmaya ne kadar yaklaştığını görüyoruz. İlk filmin tersine bu kez, başrol üzerinden birçok çıkarım yapmak olası ve ne yazık ki bu kez elimizde bir Roy yok. Filmin başında, Dave Bautista’nın hayat verdiği Sapper Morton’un (karakter oldukça başarılı bu arada) dile getirdiği “mucize” kavramıyla, doğurganlık meselelerini zorlayarak birbirine bağlamak olası ancak din temalı sonuçlara ulaşmak da bu noktada ortaya çıkabilecek bir sonuç. Açıkçası filmin felsefi altyapısını zorlamak için birkaç kez izlemek daha mantıklı. Kendi adıma, filmin yarattığı müthiş atmosfer içerisinde kaybolmayı, zorlayıcı okuma atraksiyonlarına girmekten daha keyifli buldum.  
İki replicantın çocukları olması, bu çocuğun peşine düşen başka bir replicantın ipuçlarını sürerken bu çocuk olduğuna inanmaya başlaması ve “dizayn” edilirken kendisine yüklenen misyonun dışına çıkarak özgür iradesiyle kararlar vermesi ve hatta aşık olması; altında bir çok okuma yapılabilecek bir hikaye olsa da, yaratılan görselliğin, dünyanın, atmosferin bu hikayenin üzerine çıkmış olması filmi birkaç kez daha izlemeyi zorunlu kılıyor diye düşünüyorum.   

Bu noktada şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Aksiyon dolu olmamasına ve uzun süresine rağmen Blade Runner 2049, çok kısa zaman aralıklarıyla tekrar tekrar izlenebilecek bir film bana kalırsa. Blade Runner, yani ilk film ise (film noir estetiğine paralel hikâyenin akışındaki yavaşlığın da etkisiyle) bu kısa zaman aralıklarına (klinik izlemeler hariç) pek elvermiyor. Burada Blade Runner 2049’un çok başarılı bir kurguya sahip olduğunu söyleyebilirim rahatlıkla. Açıkçası film tempo, hikâye ve süresiyle başarısız ellerde fiyaskoya dönüşebilecekken, ilk olarak kurgu, sonrasında ise atmosfer ve oyunculuklar filmden kopmanıza engel oluyor. Hemen eklemeliyim; Denis Villeneuve her işini gözü kapalı izleyebileceğim bir yönetmen ve bu film de bunu perçinliyor. Aynen bir Nolan filmiymişçesine, kime ait olduğunu bilmeden izleseniz dahi perdedeki filmi; stilize estetiği, ağır temposu ama akıcı kurgusuyla bir Denis Villeneuve eseri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz.   

İlk filmde Sean Young – Harrison Ford arasındaki uyumlu gerilim sinema tarihinde gördüğüm en iyi aşk hikâyelerinden birini doğurmuştu. İki oyuncunun arasındaki gerilimden kaynaklanan bu eşsiz aşk hikâyesinin benzeri Blade Runner 2049’da da Joe – Joi arasında da yakalanmaya çalışılmış. "Makine – daha da fazla makine" formülüyle karşımıza çıkan bu aşk ise, ilk filmdekinin tersine gerilimden beslenen “tutkulu” bir erotizmden çok duygusal bir aşk hikâyesine dönüşmüş durumda. Bunda da ana etmen Ryan Gosling ve Joi rolü için seçilen Ana de Armas’ın böyle bir film için fazla yumuşak kalan auraları. Joe ve Joi arasındaki ilişkiye tanık olmaya başladığınızda aklınıza eğer izlediyseniz Her filmi gelecektir bir ihtimal. Açıkça söylemeliyim ki, Luv rolünde izlediğimiz Sylvia Hoeks, bu filmde yaşanacak herhangi bir replicant aşkı için Ryan Gosling’in karşısında olması gereken oyuncuymuş. Filmin hikâyesinden kaynaklanmaktan çok, doğal bir çekim var iki oyuncu arasında ve bu ilk filmdekine benzer bir etki yaratabilirmiş. Aynı şekilde, Ryan Gosling ve teğmen Joshi (Robin Wright) arasında geçen sahneler de, (özelliklede Joe’nun evinde geçen) oldukça iyi.     

Filmin, cgi olarak teklediği en önemli sahne Sean Young’ın, yani Rachael’in tekrar karşımıza çıktığı sahne. Edward James Olmos ve Harrison Ford’un yaşlılıklarıyla karşımıza çıktığı bir filmde, Sean Young’ın da kanlı canlı karşımıza çıkması pek garip gelmezdi bana. Hoş, Deckard da cgi’ın kalitesizliğine tepkisini gösterirmişçesine “gözleri yeşildi, olmamış bu” diyor ama olsun…       
Blade Runner’ın, türün adı her ne kadar The Terminator’de konmuş olsa da tech noir içinde eşsiz bir mücevher olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Film noir ve bilim kurgu’nun bu kadar iyi harmanlandığı başka bir film örneği vermek istediğimizde elimizde zaten fazlaca seçenek yok. Blade Runner 2049’un bilim kurgu tarafında sundukları zaten tartışılamaz ancak film noir tarafında da hakkını vermek, bir iki kelamdan fazlasını edebilmek için tekrar okumaya ihtiyaç olabilir. Gerilimin yer yer müthiş yükseldiği filmin bu açıdan abisiyle karşılaştırmasını yapmak için de iki filmi arka arkaya bir iki kez izlemek gerekebilir. Sinema keyfi adına bu kadar klinik bir izlemeye, incelemeye ihtiyaç var mıdır, orası da meçhul…   

Sansür nedeniyle sinemada izleyemediğimiz bir sahne

Sonuç olarak, başta da belirttiğim gibi son yıllarda izlediğim en doyurucu filmlerden birisi Blade Runner 2049. Tekrar tekrar izlendiğinde hikâyesinde birçok ayrıntı bulunabileceğine eminim. Filmi izledikten sonra, yaşadığım heyecanın üzerine yazdığım bu yazıdaki fikirlerim, sakinleştikten ve belki televizyon karşısında tekrar izledikten sonra değişebilir; ama emin olduğum nokta şu ki, yarattığı atmosfer, oyunculuklar, müzikler ve görsellik hakkındaki düşüncelerim değişmeyecek film hakkında; tek kelimeyle mükemmel…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder