BLADE RUNNER 2049 EFSANEYİ 30 YIL SONRA YENİDEN CANLANDIRIYOR
Denis Villeneuve ve Roger Deakins Büyüleyici Bir Devam Hikayesi Sunuyor
1982 yapımı kült film Blade Runner’ın ardından, hikâyenin kaldığı
yerden fazla boşluk bırakmayacak biçimde devam eden Blade Runner 2049, izlerken
doğal olarak ilk filmle karşılaştırmaktan geri duramadığınız bir film. Yönetmen
Denis Villeneuve ‘un sinemasına aşinaysanız biraz da bu gözle izleyeceğiniz,
sinematografi adına ilk filmin üzerine farklı (daha doğrusu daha büyük) bir
dünya yaratmış ve görüntü yönetmeni Roger Deakins’ın da, en azından benim için
en iyi işi olmuş açıkçası.
Filmin üzerine saatlerce yazılabilir; bunu yaparken ilk
filmle kıyaslama yapacak olursak, sembolizm meraklılarını doyuracak kadar
malzeme çıkacağını sanmıyorum ancak, görüntü yönetmenliği ile birlikte teknik
manada son yıllarda izlediğim en iyi film; açıkça söylemek gerekiyor ki film,
bir elmas edasıyla ince ince işlenmiş.
Sinemadan ayrılırken, içimde Interstellar, Inception,
Arrival, Her ve hatta daha da eskiye gitmek gerekirse Matrix’de yaşadığım
doyumu yaşadım. Size, Matrix gibi sinemadan çıktığınız anda yaşam üzerine
felsefi sorgular yaptıracak bir film değil muhtemelen. Ancak konuyu işleyiş,
yaratılan dünya ve soluduğunuz atmosfer saydığım bu filmler gibi çok da alışık
olmadığınız bir dili barındırıyor. Filmden ayrıldığınızda dolu dolu aksiyon
sahneleri izlememiş, hayatı sorgulatacak mesajlar duymamış olsanız bile sinema
adına belli mertebede bir doyuma ulaşıyorsunuz; hatta itiraf etmeliyim ki, üç
saate yakın süresine rağmen, filmin tadı damağımda kaldı.
Böyle bir filmi anlatmaya nereden başlanır bilemiyorum.
Blade Runner’ın cyberpunk kültürüne yaptığı etkinin (katkı değil, doğrudan
etki) bu filmde karşılığı ne olacaktır bilmek zor. İlk filmde yaratılan dünya,
daha dar bir açıyla, kısıtlı planlarla izleyene ulaşırken, Blade Runner 2049’da
daha geniş açılarda gördüğümüz dünya, ilk filmdekine nazaran etkileyiciliğini
kaybetmiş görünüyor. Kendi adıma Blade Runner’da karşılaştığım dünyanın,
cyberpunk ve kara film türlerinin kusursuz şekilde bir araya geldiği, çok daha
tatmin edici bir görsellik sunduğunu söyleyebilirim. Blade Runner 2049 ise daha
büyük planlarda, daha büyük bir dünya sunarken size, detaylara odaklanmanızı
zorlaştırmış ve ancak planlar ufaldığında ilk filmdekine benzer (şaşırtıcı)
sahneler ve detaylar yakalamanıza olanak vermiş. Bu, uzun süresi ve zorlayıcı
hikâyesi göz önüne alındığında yaratılan dünyanın görselliği ile ilgili olarak
kafanızda bir bütün oluşturmanıza engel oluyor perdenin karşısında. Elbette ki
şunu da göz önünde bulundurmak lazım; bu bir devam filmi ve Blade Runner’ın
bıraktığı izler üzerine kurulmuş durumda. Blade Runner ise, ilk izlediğimizde
türün öncülü olmasının da etkisiyle yumruk etkisi yaratmıştı; en azından benim
için.
Söylemek istediğim şu; hatırlayanlar olacaktır, ilk filmde
J. F. Sebastian’ın kendi oyuncaklarıyla doldurduğu apartman dahi filmle ilgili
analizlerde kendisine yer bulurken, Blade Runner 2049’da Mad Max: Fury Road’da
olduğu gibi yaratılan dünyanın bütünü içinde kendinizi kaybederken daha ufak
planlarda ilk filmdekine benzer bir odak noktanız (pek) yok.
Filmde karşımıza çıkan atmosfer ilk filmi aratmıyor
Bu elbette ki sinematografi adına bir başarısızlık falan
değil, izleyenin kişisel tercihi ile ilgili bir yorum. Kullanılan renk
paletinden yaratılan atmosfere, kostümlerden kullanılan mekânlara kadar bu
filmin sinemada çok fazla karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Benzeri bir özenin
gösterildiğini hatırladığım son örnek, yukarıda da örneğini verdiğim son Mad
Max, Fury Road.
Üstüne basarak söylemeliyim; şu
satırları yazarken dahi filmin yarattığı atmosfer aklımdan çıkmıyor. Her iki
filminde yarattığı dünyalar arasında, sunum farklılıkları olmasına rağmen,
Blade Runner 2049 da kesinlikle beyninize kazınacak bir görsellik sunmakta.
Buna en büyük etkiyse, süresiyle doğru orantılı ağır kurgusu, uzun planları ve
Hans Zimmer elinden çıkmış etkileyici müzikleri. İlk filmde Vangelis tarafından
yapılmış film müzikleri, sinema tarihinin en etkileyici işlerinden birisiydi
hiç kuşkusuz; bu film için de rahatlıkla söyleyebilirim ki, özellikle geniş
planlarda size sunulan dünyanın içinde kaybolurken, Zimmer tarafından yazılmış
müzikler kesinlikle kurguyla birlikte hareket ediyor ve hafızanızda o
sahnelerle yer ediyor. Atmosfer, içinize böyle işliyor işte 2049’da...
Blade Runner, sinema versiyonundan Ridley Scott’un kendi
kurgusuna gelene kadar, Harrison Ford’un canlandırdığı Deckard karakterinin
replicant olup olmadığı ile ilgili koca bir soru işareti barındırıyordu.
Versiyonlar arasındaki bu kati farklılık, bildiğimiz kadarıyla senarist ve
yönetmenin de üstünde ortak payda da buluşamadığı bir noktaydı. Blade Runner
2049 ise, hikâyesini ilk filmin versiyonlar arasında bıraktığı bu muğlaklığı
yönetmen kurgusu (Final Cut adıyla piyasaya sürülen versiyon) özelinde verdiği
cevap üzerinden yürütüyor. Blade Runner 2049’da ise, “kim replicant kim
değil”in cevabı çok daha net veriliyor. Kesin olan şu ki, ilk film felsefi
altyapısı göz önünde bulundurulduğunda özellikle de Rutger Hauer’ın hayat
verdiği Roy karakteri filmin mottosuna (insandan daha insan) çok daha derin bir
yorum katmaktaydı. Blade Runner 2049 ise bu mottoyu filmin başından sonuna
kadar çok daha kör göze parmak işliyor, hatta Jared Leto’nun hayat verdiği
Niander Wallace karakteri sanki sırf bu nedenle filme eklemlenmiş gibi (ne
yazıktır ki işlevsiz) duruyor. Belki filmin konusuyla paralel bir değerlendirme
yapmak gerekirse, tersini düşünmek de olanaksız. Lakin bu bilinçli yapılmış
gibi görünen seçim, filmin Hollywood
tarzı sonu da göz önünde bulundurulacak olursa, ilk filmin tersine konu
kapanmış etkisi yaratıyor ve distopik bir evren içerisinde sizi sonuyla ters
orantılı olarak mutsuz ediyor.
Gerek Blade Runner, gerekse Blade Runner 2049 konu ve hikâye
açısından bilim kurguya uzak değilseniz çok şaşırtıcı değil. Filmlerin en büyük
numarası, bu hikâyelere kattığı felsefi derinlikleri yanında bunu size sunuş
şekilleri. Blade Runner 2049, ilk filmdeki hikâyeyi doğurganlık meselesiyle bir
adım daha öteye taşıyor. Film ilerledikçe Ryan Gosling’in hayat verdiği filmin
esas oğlanı Joe’nun endişeleri ve umut ettikleriyle insan olmaya ne kadar
yaklaştığını görüyoruz. İlk filmin tersine bu kez, başrol üzerinden birçok
çıkarım yapmak olası ve ne yazık ki bu kez elimizde bir Roy yok. Filmin
başında, Dave Bautista’nın hayat verdiği Sapper Morton’un (karakter oldukça
başarılı bu arada) dile getirdiği “mucize” kavramıyla, doğurganlık meselelerini
zorlayarak birbirine bağlamak olası ancak din temalı sonuçlara ulaşmak da bu
noktada ortaya çıkabilecek bir sonuç. Açıkçası filmin felsefi altyapısını
zorlamak için birkaç kez izlemek daha mantıklı. Kendi adıma, filmin yarattığı
müthiş atmosfer içerisinde kaybolmayı, zorlayıcı okuma atraksiyonlarına
girmekten daha keyifli buldum.
İki replicantın çocukları olması, bu çocuğun peşine düşen
başka bir replicantın ipuçlarını sürerken bu çocuk olduğuna inanmaya başlaması
ve “dizayn” edilirken kendisine yüklenen misyonun dışına çıkarak özgür
iradesiyle kararlar vermesi ve hatta aşık olması; altında bir çok okuma
yapılabilecek bir hikaye olsa da, yaratılan görselliğin, dünyanın, atmosferin
bu hikayenin üzerine çıkmış olması filmi birkaç kez daha izlemeyi zorunlu
kılıyor diye düşünüyorum.
Bu noktada şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Aksiyon dolu
olmamasına ve uzun süresine rağmen Blade Runner 2049, çok kısa zaman
aralıklarıyla tekrar tekrar izlenebilecek bir film bana kalırsa. Blade Runner,
yani ilk film ise (film noir estetiğine paralel hikâyenin akışındaki yavaşlığın
da etkisiyle) bu kısa zaman aralıklarına (klinik izlemeler hariç) pek
elvermiyor. Burada Blade Runner 2049’un çok başarılı bir kurguya sahip olduğunu
söyleyebilirim rahatlıkla. Açıkçası film tempo, hikâye ve süresiyle başarısız
ellerde fiyaskoya dönüşebilecekken, ilk olarak kurgu, sonrasında ise atmosfer
ve oyunculuklar filmden kopmanıza engel oluyor. Hemen eklemeliyim; Denis
Villeneuve her işini gözü kapalı izleyebileceğim bir yönetmen ve bu film de
bunu perçinliyor. Aynen bir Nolan filmiymişçesine, kime ait olduğunu bilmeden
izleseniz dahi perdedeki filmi; stilize estetiği, ağır temposu ama akıcı
kurgusuyla bir Denis Villeneuve eseri olduğunu rahatlıkla
söyleyebilirsiniz.
İlk filmde Sean Young – Harrison Ford arasındaki uyumlu
gerilim sinema tarihinde gördüğüm en iyi aşk hikâyelerinden birini doğurmuştu.
İki oyuncunun arasındaki gerilimden kaynaklanan bu eşsiz aşk hikâyesinin
benzeri Blade Runner 2049’da da Joe – Joi arasında da yakalanmaya çalışılmış.
"Makine – daha da fazla makine" formülüyle karşımıza çıkan bu aşk
ise, ilk filmdekinin tersine gerilimden beslenen “tutkulu” bir erotizmden çok
duygusal bir aşk hikâyesine dönüşmüş durumda. Bunda da ana etmen Ryan Gosling
ve Joi rolü için seçilen Ana de Armas’ın böyle bir film için fazla yumuşak
kalan auraları. Joe ve Joi arasındaki ilişkiye tanık olmaya başladığınızda
aklınıza eğer izlediyseniz Her filmi gelecektir bir ihtimal. Açıkça
söylemeliyim ki, Luv rolünde izlediğimiz Sylvia Hoeks, bu filmde yaşanacak
herhangi bir replicant aşkı için Ryan Gosling’in karşısında olması gereken
oyuncuymuş. Filmin hikâyesinden kaynaklanmaktan çok, doğal bir çekim var iki
oyuncu arasında ve bu ilk filmdekine benzer bir etki yaratabilirmiş. Aynı
şekilde, Ryan Gosling ve teğmen Joshi (Robin Wright) arasında geçen sahneler
de, (özelliklede Joe’nun evinde geçen) oldukça iyi.
Filmin, cgi olarak teklediği en önemli sahne Sean Young’ın,
yani Rachael’in tekrar karşımıza çıktığı sahne. Edward James Olmos ve Harrison
Ford’un yaşlılıklarıyla karşımıza çıktığı bir filmde, Sean Young’ın da kanlı
canlı karşımıza çıkması pek garip gelmezdi bana. Hoş, Deckard da cgi’ın
kalitesizliğine tepkisini gösterirmişçesine “gözleri yeşildi, olmamış bu” diyor
ama olsun…
Blade Runner’ın, türün adı her ne kadar The Terminator’de
konmuş olsa da tech noir içinde eşsiz bir mücevher olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Film noir ve bilim kurgu’nun bu kadar iyi harmanlandığı başka
bir film örneği vermek istediğimizde elimizde zaten fazlaca seçenek yok. Blade
Runner 2049’un bilim kurgu tarafında sundukları zaten tartışılamaz ancak film
noir tarafında da hakkını vermek, bir iki kelamdan fazlasını edebilmek için
tekrar okumaya ihtiyaç olabilir. Gerilimin yer yer müthiş yükseldiği filmin bu
açıdan abisiyle karşılaştırmasını yapmak için de iki filmi arka arkaya bir iki
kez izlemek gerekebilir. Sinema keyfi adına bu kadar klinik bir izlemeye,
incelemeye ihtiyaç var mıdır, orası da meçhul…
Sansür nedeniyle sinemada izleyemediğimiz bir sahne
Sonuç olarak, başta da belirttiğim gibi son yıllarda
izlediğim en doyurucu filmlerden birisi Blade Runner 2049. Tekrar tekrar
izlendiğinde hikâyesinde birçok ayrıntı bulunabileceğine eminim. Filmi
izledikten sonra, yaşadığım heyecanın üzerine yazdığım bu yazıdaki fikirlerim, sakinleştikten
ve belki televizyon karşısında tekrar izledikten sonra değişebilir; ama emin
olduğum nokta şu ki, yarattığı atmosfer, oyunculuklar, müzikler ve görsellik
hakkındaki düşüncelerim değişmeyecek film hakkında; tek kelimeyle mükemmel…