28 Nisan 2015 Salı

THE LORD OF STEEL

MANOWAR


Manowar 'ın 2012 tarihinde çıkardığı ustalık eseri ve şimdilik yeni parçaların çalındığı son stüdyo albümü.


The lord of steel 'de, yani daha ilk şarkıda Kings of Metal günlerine geri dönmüş bir Manowar karşılar sizi. Çok daha sert, Joey de Maio 'nun etkisini tümüyle hissedip neden kendi janrının en önemli bas gitaristlerinden birisi olduğunu kanıtladığı bir şarkıdır bu. Karl Logan öyle bir girer ki parçaya, başınıza geleceği anlarsınız. ve ardından benim en beğendiğim Manowar davulcusu Donnie Hamzik 'in vuruşları. Evet, şov Karl Logan 'ın muhteşem gitarıyla başlar, ardından Hamzik 'in muhteşem zil oyunları, arkada beyninizde yankılanan De Maio' nun bas gitarı bütün şarkı boyunca neredeyse solo çeker. Peki Eric Adams? 60 yaşını geçmiş olmanın olgunluğuyla, eskisi gibi çığlık çığlığa değildir Adams 'ın vokali artık, neredeyse brutal vokale kayacağını düşündüğünüz sertliktedir, ta ki şarkının sonunda, o tiz çığlıktan iki kuble duyuncaya kadar. rahatlarsınız bir anda, yarı tanrının sesi hala durur yerinde. 

Karl Logan 'ın Ross the Boss 'un blues kokan hareketlerini hatırlatan gitar sololarıyla bezediği, arkada De Maio şovun dibine kadar devam ettiği, Kings of Metal 'den fırlamış gibi duran Manowarriors 'da dua edersiniz, arkada duyduğunuz çığlıkların geçmiş kayıtlardan değil de, günümüzden gelmiş olması için. 

Born in a grave her ne kadar ortalama bir parça olsa da gene Kings of Metal albümünden kopup gelmiş havasıyla konsepti bozmaz. İstemsizce headbange devam edersiniz de, arkada gene de Maio ağırlığını duymamak elde değildir. 

Tamamen bas gitarla sürüklenen Righteous glory albüme ballad kontenjanından girmiş, iyi ki de girmiş bir parça. Gene son derece temiz, yaşın getirdiği ağırlıkta ve tonda ama şarkıya çok yakışan bir vokalle, Black Sabbath esintilerini çok net hissedeceğiniz, bu nedenle de Joey de Maio 'nun parmağı olduğunu tahmin edebileceğiniz Righeous glory, Manowar balladlarından pek hoşlanmayan benim en sevdiğimdir, çok sağlamdır, arka arkaya dinlenesidir. De Maio demek istiyorum gene, o kadar ön plandadır ki bas gitar... 

Touch the sky, fazlasıyla rock kokan bir parça, Manowar 'ın en başarısız dönemi diyebileceğim Fighting The World döneminden çıkmış gibi. Fazla ritmik, olmasa da olurmuş diyebileceğim, tek keyifli yanı Eric Adams 'ın melodik vokali olan bir parça. 

Black list başladığında " ne oluyoruz " tepkisi verebilirsiniz. En ayrıksı Manowar albümü The Triumph of Steel havası kokladığınız, sanki Joey de Maio 'nun ne büyük adam olduğunu iyice anlayın diye yapılmış bir parça. Joey de Maio kişisel şovunu yapar, gitar, davul ve vokal ritm tutar. Logan bu sefer slahvari bir soloyla karşılar sizi, karşınızda hayvani hızıyla sizi ağzı açık bırakan Logan yok artık , anlayın der gibi, her telden çalabilen bir gitar olduğunu black listte kafamıza iyice sokar Logan. Tüm bunlar arasında, ritme kaptırmışsınızdır kendinizi elbetteki... 

Expendable bir Anthrax şarkısı deseler inanırım açıkçası. Joey de Maio 'nun kişisel şovunu en az gösterdiği, yerini Logan ve Hamzik e bıraktığı, Eric Adams 'ın sesinin yaşıyla doğru orantılı ne şekle büründüğünü en net anlayabileceğiniz şarkı. Ama dediğim gibi Anthrax coverı deseler inanırım. 

El gringo aynı adlı filmde de kullanılan, bildiğimiz Manowar kalıplarında bir şarkı, vokalin sürüklediği güçlü bir ritm. Kings of Metal günlerinden çok farklı olmamakla birlikte, arkada Joey de Maio 'nun yaptıkları gene dudak uçuklatıcı demek istiyorum, arkadaş yer yer gene solo çekiyor Jack Bruce ( yada daha net bir örnek vereyim John Paul Jones gibi ). 

Annihilation, gene çok özelliği olmayan, Manowar standartlarında, çift vokal sayesinde yer yer Eric Adams vokalini tartabileceğiniz, ancak tüm albüme hakim Joey de Maio şovunun elbetteki devam ettiği, arka planda yine bas gitar solosu dinleyebileceğiniz, her şeyin yerli yerinde olduğu, hiç de fena olmayan bir gitar solosuna sahip, formüle sadık kalınarak hazırlanmış bir parça. 

Hail kill and die, albümün son parçası olmakla birlikte, gücü hissettiğiniz, gene Kings of Metal günlerinden gelen, Logan 'ın standart sololarıyla bezediği, de Maio 'nun bu sefer rahat durduğu, koronun en fazla duyulduğu, bu nedenle de standart heavy metal formülü taşıdığı kadar, Manowar formülünü de sergileyen bir parça. 

The lord of steel, son derece temiz kaydedilmiş ve daha önceki Manowar albümlerinden en büyük farkı, Joey de Maio 'nun ustalık eserim diyebileceği, bas gitarı son derece rahat takip edebildiğiniz bir albüm olmuş. İşin güzel tarafı, de Maio önemli bir bas gitarist ve ne kadar götü açıkta bırak deri pantolonlarla gezen bir adam olsa da, Black Sabbath 'la çalışabilecek yetenekte ve müziği bilen bir adam. Bu nedenle albümde yaptığı hiç bir şey soundu baltalamıyor. Kişisel yeteneğini, parçalarda adeta solo atarmış gibi bas gitar çalarak gösteriyor. 


Albümün özellikle ilk yarısında Donnie Hamzik ne kadar iyi bir davulcu olduğunu kanıtlıyor. Benim açımdan albümün en tatmin edici yanlarından birisi bu. Kesinlikle Hamzik için bile açıp dinleyebileceğim parçalar var. Karl Logan çok sevdiğim bir gitarist olmamakla birlikte, Ross the Boss u anımsatan, arada sevdiğim işler yapmış. Gene de bu adamda ruh eksiği olduğunu düşünüyorum, ya da de Maio ona o ruhu gösterecek altyapıyı sağlamıyor. 

Ve Eric Adams. 60 lı yaşlarda bir adam için sesi hala tanrısal. Evet ilk yıllarda ki tonlarda değil ama hala işini iyi yapıyor ve hala dünyanın en iyi heavy metal vokalistlerinden birisi ve hala sesinin potansiyelini gösterebiliyor.

27 Nisan 2015 Pazartesi

THE CITY OF OWLS

BATMAN


...atalarım yarasaları öldürmek için baykuşları kullanmış.
baykuşlar her yerde.
ama unuttuğum bir şey var ki o da şu...
baykuşlar gider gitmez yarasalar geri dönmüş.
evet işte şimdi hatırlıyorum
yarasalar aslında yalnızca mağaranın derinlerine saklanmış.
en karanlık bölgelere...
baykuşların dayanamayacağı yerlere.
ve yarasalar geri dödüğünde...
....amaçları intikammış. 

The City of Owls, yani Baykuşlar Şehri, JBC Yayıncılık tarafından Türkçe 'ye çevrilen serinin ikinci kitabı.  

İlk cildin kaldığı yerden devam ettiği için, çizgi romanın girişinde yer alan özetin özeti, her iki cildinde değindiği noktaların üzerinden geçmek adına yeterli olacaktır : 

  • Kuşkuları olmasına rağmen, Batman daha önceki araştırmalarında gizli bir örgütün Gotham 'a hükmettiğine dair herhangi bir kanıt bulamamıştı. Ta ki Baykuşlar Divanı 'nın efsanevi suikastçisi Talon, Bruce Wayne 'i belediye başkan adayı Lincoln March ile görüşmesi sırasında öldürmeye çalışana kadar. 

  • Batman, geçmişi 19. yüzyıla dayanan divanın Wayne ailesine ait binalarının gizli koridorlarına saklanmış yuvalarını açığa çıkardı. Daha sonra Talon, Batman 'ı yakaladı ve divanın sadist eğlencesi için onu bir labirentte avlamaya çalıştı. 

  • Batman divanın labirentinde kapana kısılmışken, baykuşlar ve Wayne ailesi arasındaki uzun süreli rekabetin ipuçlarını da keşfetti. Talon 'la giriştiği yorucu savaş sonra neredeyse canına mal olan bir firar gerçekleştiren Batman, düşmanına bahşedilen iyileşme yeteneklerinin de sadece soğukla kontrol altına alınabildiğini ve kullanılan diriltme yönteminden kaynaklandığını anlıyordu. 

  • Bundan sonrasında da divan tüm gücüyle saldırıya geçiyordu. Geçmiş nesillerin de aralarında yer aldığı tüm pençeleri uyandırarak onları Gotham 'a saldılar ve ilk durakları da Wayne malikanesi olacaktı. 


Hikaye buradan itibaren devam etmekle birlikte, Batman dostları ile birlikte, divanın Gotham 'a saldığı suikastçilerin elinden yaklaşık 40 kişilik kurban listesinde isimleri bulunan kentin ileri gelenlerinin hayatını kurtarmaya çalışır, kendi hayatıyla beraber. 

Asıl büyük düşmanı ise, bu suikast listesine kendi adını ekleyerek ölen, sonrasında divanın yöntemleriyle hayata tekrar dönen ve hakkı olduğunu düşündüğü mirası geri almak için batman 'la yüzleşen Lincoln March 'tır. 

Kitapta, Wayne ile ilgili çok önemli bir detay verilmekte, ki bu da bir kardeşi olduğu. Ancak, annesi çocuğa hamileyken bir trafik kazası geçirir ve kaza sonrasında ancak bir gün yaşayabilen Bruce 'ın kardeşi hayatını kaybeder. Hikayenin bu kısmı akıllıca bir şekilde Baykuşlar Divanı ve Lincoln March 'a bağlanıyor ve ilerisi için doğabilecek kuşkuları su yüzünde bırakıyor.

Gene son derece karanlık, muhteşem kurgulanmış, aksiyon dozu son derece yüksek bir hikaye. İlk cildi de kaliteliydi, ancak bu hikayenin de gelişmesi ile ilkinden de fersah fersah öte bir çizgi roman. Çizim kalitesi son derece yüksek, ilk ciltte ufak tefek rahatsız edici detaylara takılmıştım, ancak belkide alışkanlık nedeniyle bu kez böyle bir sorun çıkmadı. Kısacası hikaye, kurgu ve aksiyonla olduğu kadar, çizgi kalitesi ile de şu anda piyasada ki en iyi çizgi romanlardan birisi. 

Gotham 'ın da hikayenin geri planında ki önemli aktörlerinden birisi olduğunu söylemek lazım. Baykuşlar Divanı ve Gotham 'ı şöyle bir birine bağlıyor Bruce Wayne, Talon 'la yaptığı çarpışmadan çıktıktan sonra, malikanesinde ki kent maketinin önünde dinlenirken : 

" her zaman şehri tanımanın en iyi yolunun yere yakın olmak olduğuna inanmışımdır.
kaldırımdaki çatlakları, ayakkabının altında hissetmek...
karlar altındaki parkın o garip ışıltılı sesizliğini...
üçüncü cadde üzerinden geçen trenin tıslayarak saçtığı kıvılcım yağmurunu...
gecenin geç saatlerinde göz kırpan trafik ışıklarını.
ne kadar yanılıyor olduğumu ancak geçen bir kaç hafta içerisinde anlayabildim.
çünkü artık biliyorum ki tüm hayatınızı gotham'ın derinliklerinde, onu içeriden tanımaya adayabilir...
...ve hakkında yine de hiçbir şey öğrenemeyebilirsiniz. "
Batman 'ın, Baykuşlar Divanı ve kendi geçmişine ışık tutan sözleriyle bitirelim : 
" büyük dedektif Henri Ducard, bir keresinde bana bazen bir olayın üzerindeyken bir hisse kapıldığıdan söz etmişti...
Birdenbire parçaların yerine oturduğu ve aradığın cevabın gözünün önünde oluşmaya başladığı anda hissettiğin bir şey.
Ducard bu hissi “hatırlamak” olarak nitelendirdi. yeni bir şeyin keşfi değil de başından beri bildiğin bir şeyi hatırlamak gibi. Gözünün önünde olan bir şeyi.
Ducard bu hissin, aradığın cevabı bulmak için en iyi gösterge olduğunu söylemişti. "


THE COURT OF OWLS

BATMAN




Gotham, Batman ‘in şehri. Hikayede bir kaç kez buna yapılan göndermeler var, ancak işin aslının öyle olmadığı, Bruce Wayne ‘nin Gotham 'ı baştan yaratma projesinin ortaya çıkması ile kendini belli ediyor. Hikaye biraz bu iktidar mücadelesinin çevresinde dönüyor aslında, Batman ve onu ortadan kaldırmak için alışılmamış yöntemleri olan Baykuşlar Divanı isimli, Batman ‘ın yıllarca gerçekliği hakkında masallar duyduğu ama gerçekliğini kanıtlayacak delillere hiç bir zaman ulaşamadığı undergorund bir suç örgütü. Court of Owls, Batman ‘in bu örgüte karşı verdiği savaşın anlatıldığı hikayenin ilk cildi.

Türkiye 'de JBC Yayıncılık tarafından yayımlanan cildin Türkçe adı " Baykuşlar Divanı ". 

Batman, DC ‘nin bir diğer amiral gemisi Superman ‘a nazaran hep daha karanlık resmedilmiş bir karakter ve bu durum değişmiyor. Gene nefis bir atmosfer yaratılmış ve son derece karanlık bir Gotham ( gerçek anlamda underground bir kötü söz konusu olması ekstrası olmuş ) ortaya konmuş. Çizimler, çinileme, renklendirme on numara. Hikaye güzel ve kurgu da buna paralel kusursuz. Çizimleri yapan Greg Capullo, alemin en karanlık karakteri Spawn ‘ı da çizmiş bir zamanlar, ki benzer bir hava var Batman’ de de. Fakat tekrar belirteyim, hikaye ve kurgu da muhteşem, insan bırakamıyor okumayı, yani sürükleyicilik açısından hiç bir problem yok. 



Hikayenin ilk cildi olduğu için biraz giriş olmasından kaynaklı, ne Baykuşlar Divanı, ne de Batman hakkında çok fazla bilgi sahibi olamıyoruz, arada özellikle Gotham ve Bruce Wayne ‘in sülalesi hakkında ufak tefek bilgiler veriliyor, ki Baykuşlar Divanı ‘nın ilk derdinin Bruce Wayne ‘i öldürmek olması ( ki burada ki ince nokta ikinci ciltte açıklığa kavuşuyor daha fazla ) ve  okurken anlaşıldığı kadarıyla Batman ‘i sadece bu uğurda aşılacak bir engel olarak görmesinden dolayı, sonraki ciltlerde özellikle Bruce Wayne özelinde çok daha fazla bilgi vereceği anlaşılıyor hikayenin. 


İlk cildin en güzel taraflarından birisi de, Batman hayatının en sağlam dayaklarından birini yiyor ve muhtemelen tüm maceraları içinde en büyük psikolojik savaşını veriyor. 

ROGUES REVOLUTION

THE FLASH


Özgün adı The Flash - Volume 2: Rogues Revolution olan, The New 52 dahilinde yayınlanan The Flash serisinin #9-12, #0 ve annual #1 arası sayılarını içeren, yakın zamanda Arka Bahçe Yayınları tarafından türkçeleştirilmiş serinin ikinci cildi.

İlk cildin kaldığı yerden devam ediyor çizgi roman. İlk kitaptaki hikayeyi özetlemek gerekirse :

  • The Flash, zamanda kaybolan Iris West ve diğer üç kişiyi kurtarmak için sürat kuvveti ( speed force ) denen bir yerde koşmuştu, 
  • Ancak kaybolan kurbanlar yerine Turbine ( Türbin ) adında akli dengesini yitirmiş bir ikinci dünya savaşı pilotu bulmuştu. Bununla birlikte kendisi yüzünden olduğunu sandığı zaman gediklerinin sorumlusunun da Türbin olduğunu anlamıştı, 
  • Güçlerinin uzay ve zamanın sürat kuvveti içerisinde ki ileri geri hareketi sonucu biriken enerjiden geldiğini öğrenmişti. 

Tüm bunlardan sonra, sürat kuvvetinden çıktığında ise goril şehrinin ortasına düşmüştü... 

İşte ikinci cildin ilk bölümleri bu goril şehrinde yaşananları ve oradan çıkışını anlatmakta The Flash 'ın. 

Ciltteki ilginç ayrıntılardan birisi, The Flash 'ın Central City 'den ayrılıp Keystone City 'ye geçmesi ( Gotham 'daki Suç Geçidi 'nden sonra metrekare başına en çok suçlu oranına sahip semte sahip yer olarak tanımlanıyor macerada ) 

Albümde Flash 'ın geçmişiy ile ilgili ve birbiriyle bağlantılı iki önemli ayrıntı hakkında bilgi sahibi oluyoruz. İlki Flash 'ın annesini kaybettiği ve babasının tutuklandığı günün onun gözünden anlatıldığı kısım. İkincisi ise The Flash 'ın, cinayetten hüküm giyen babası ile ilişkisi. 

Bu arada ciltten, The Flash ile ilgili öğrendiğimiz detaylardan birisi de, zihnini boşaltmak ve her şeyin değiştiğini hatırlamak için, küçükken babası ile hız yarışlarını izlemek için gittiği, hız rekorlarının kırıldığı Utah Bonneville Tuzlası 'nda koşup adrenalinin tavanına vurduğu. 

İlk ciltte karşımıza çıkan Türbin ile gene karşılaşıyoruz, kısa bir süre olsa da, hikayesinin gene tamamlanmamasından anladığımız ilerideki ciltlerde de karşımıza çıkacağı. İlginç bir karakter olması açısından güzel bir ayrıntı bu da. 

Ciltte Rogues çetesi ve geri plandaki hikayeleri de anlatılıyor. 
Trickster, Heatwave, Mirror Master, Captain Cold, Weather Wizard, Glider karşımıza çıkan karakterler. 

Dr. Darwin Elias 'ın, Flash 'a kaybetmekten sıkılan Captain Cold 'a şartları eşitleyecek bir yol sunması ile, Rogues üyelerinin güçlerini nasıl kazandığını öğreniyoruz. Plana göre, gnom bağlayıcı ile silahlarının güçlerini kendileri ile birleştirmek için dnaları yeniden yazılacaktır çete üyelerinin, ancak beklendiği gibi gitmez işler ve bir kaza olur. Kaza sonucu Rogues üyeleri güçlerini kazanır ama beklenmedik şekillerde. Örneğin Mirror Master, "ayna dünya"ya hapsolur, ama o dünyada istediği her şeyi yapabilir... 

Çizgi romanın en keyifli yeri, Flash 'ın Rogues ile kapıştığı, aksiyonun tavan yaptığı bölümler. 

Vs. the rogues adında, 5 bölümden oluşan macerada her bölümün çizeri farklı bu arada. Bununla birlikte cilt geneli Francis Manapul tarafından çizilmiş ve gene çizgi roman ilkinde ki gibi enfes renklendirme ve çizimlere sahip 

19 Nisan 2015 Pazar

RIDE THE LIGHTNING

METALLICA 


Kendisinden sonra gelecek Master of Puppets ile direk organik bağı bulunduğunu hissettiren, lakin selefinden biraz daha sert ve biraz zorlarsanız nwobhm etkisini ara ara hissedebileceğiniz, halefinin punk etkisindense tamamen sıyrılmış, thrash metalin gelmiş geçmiş en iyi albümlerinden birisidir. Zaten böyle bir sıralama yapılacak olsa, o listede kafada yer alacak albümlerden ikisi, aralarında organik bağ bulunduğunu düşündüğüm master of puppets ve ride the lightning 'dir. M.o.p 'tan sonra çıkacak ...and justice 'ın ise o listede ki yeri elbetteki belli.

Fight fire with fire ‘da nefis bir akustik introdan sonra trashın babaları, çok güçlü rifflerle girer şarkıya. Hetfield ‘in gençliğindeki o kirli, ince vokali, solo sonrası davul ve sonrasında gelen çok güzel bir solo daha. ilk gitar solosu nispeten daha hızlıyken, ikinci solo daha melodik ve unutulmazdır aslında. Arada zar zor duyulan bas gitar ve gene keşke biraz daha yüksek sesten duyabilseydik dediğimiz ziller etkileyiciyken, iki solo arasında davullar şarkının güzel taraflarıdır.

Ride the lightning ‘da, Hetfield ‘ın sesinin bugünküyle karşılaştırıldığında ne kadar ince, neredeyse scream yapacakmış gibi geldiğine dikkat etmemek elde değil, ki “ i dont want to die “ dediğinde arkadan duyulan çığlık - kimindir çözememiş olmakla birlikte - pek metallica ‘dan duymaya alışık olduğumuz bir çıkış değil. Kasettiğim scream sözlerin ikinci tekrarından sonra ( sanırım 3 kez tekrar ediliyordu ) Hetfield 'in sesinin arkasından duyulabiliyor rahatça. “ flash before my eyes – now its time to die “ ve “ burning in my brain – i can feel the flame “ dizeleri arasındaki kısa bölümde yer alan riffi yazanın ve çalanın ellerinden öpmek isterim bu arada. Son derece basit rifflerin ne kadar etkili olabileceğinin kanıtı bu şarkı. Muhteşem bir riff, nefis bir solo... İnsan, solonun güzelliği karşısında, parçayı geriye alıp tekrar dinleme isteğiyle doluyor. Trashın en bilinen melodilerinden birisi olan şarkıyla ilgili yapabileceğim tek eleştiri, gereğinden uzun olması. Kıssadan hisse, dünyanın en bilinen gitar melodilerinden birisine sahiptir herhalde şarkı, dinlenmesi elzemdir.

For whom the bell tolls albümdeki ağır abilerden. Öncelikle girişte çalan çanlarla birlikte kulağa çalınan gitar melodisi gene dünyanın en bilinen melodilerinden birisidir sanıyorum. Özellikle derinden gelen bas gitarla güzelleşen harika giriştir bizi ilk karşılayan. Şarkının 1/3 ü tanıdık gitar melodisiyle geçerken, sözlerden önce duyduğumuz gitar riffleri gene kilometre taşıdır demek doğru olacaktır. Sözlerde “ for whom the bell tolls “ dan hemen sonra gelen “ time marches on “ cümlesini öyle güzel söylüyor ki Hetfield, durup durup tekrar ediyor bir süre sonra insan kendi kendine. Ara ara bas gitarın “ dan “ diye kafaya vurduğu anlarda en güzel taraflarından birisidir benim için.

Fade to black 'ın girişindeki melodiyi bilmeyen yoktur, ki eline her akustik gitar alanın çalmak istediği melodidir girişte duyduğumuz. Gene trashin mihenk taşlarından bir şarkı. Gitarın akustik tonuyla ilerleyen vokal de bir o kadar güzeldir. Şarkı o kadar iyi ki , sözleriyle falan öğrenmesi en kolay metallica parçasıdır herhalde golden era ‘dan. Sanıyorum albümün en ağır topudur aynı zamanda. Hammet ‘in bastığı tek bir nota bile boşa gitmez gitarda. İnanılmaz bir senfonidir aslında ritmden, sololarına, rifflerine kadar. Duyabildiğinizde, bas gitar da ayrı bir vurucudur gene.

Trapped under ice gene muhteşem rifflerden oluşmuş, bu nedenle headbang sırasında boyun kıran, trashin dibi... Hetfield ‘in gene ergen tonundaki sesi pek bir güzeldir. Sözlerden önce girişte hızlı bir solocuk vardır. Ekolu ekolu gelen ( belkide koroydu hatırlamıyorum ) freezing – screaming – cry out – kelimelerinin söylenişi enfestir. Özellikle ritm gitar, şarkının en güzel yanıdır. Arada hissettirmeden, harika bir şekilde doldurur şarkıyı.

Escape “out for my own, out to be free – one with my mind, they just cant see – no need to hear things that they say – life is for my own to live my own way “ şeklinde ki kafiyeli dizelerini Hetfield ‘ın harika ses tonuyla ezberleten, gene can alıcı rifflere sahip, arada hız kesip soluklandıran, ardından fena bir soloyla güzel güzel biten, harika bir şarkıdır.

Creeping death rahat rahat bas gitar duymamıza izin verilmiş yegane parçadır sanki. Metallica ‘nın en baba parçalarından birisi olmasını sağlayan nefis melodisine söylenecek tek bir söz yok. “ die by my hand – i creep accross the land – killing first born man “ dizelerini ezberlememeye imkan yoktur.

The call of ktulu, albümün selefi Master of Puppets 'da yer alan Orion ‘un karşılığıdır bu albümde. Enstürmantal parça hakkında yorum yapmaya gerek bile yok aslında, dinlenmesi yeterlidir efsane albümü kapatmak için.