8 Ağustos 2015 Cumartesi

UNIVERSAL SOLDIER: DAY OF RECKONING

EVRENİN ASKERLERİ: İNTİKAM GÜNÜ

Kadro efsane ama film efsanenin üzerine mum dikiyor


Efsane serinin, 2012 tarihinde yayımlanmış, şimdilik son filmi. 2009 yapımı Universal Soldier: Regeneration oldukça iyi bir filmdi bana kalırsa. En azından misyona daha uygundu. Şimdi ise elimizde çok daha “sosyal” bir film var.  

Birinci saatine kadar başrol oyuncusu için neden Scott Adkins ‘in seçildiğini, neden yaşadığı şiddetin ve vahşetin etkisini daha iyi yansıtarak en azından bu yönden filmin dramatik yapısını güçlendirebilecek bir oyuncu seçimi yapılmadığını düşünüyoruz. Cevap ise ancak birinci saatin sonunda belli ediyor kendisini. Buraya kadar filmin bir problemi olmadığını düşünüyorsanız, muhtemelen yaşanan vahşeti birinci elden yaşamamız için bilinçli bir seçim olarak uygulanan first person shooter ‘lardan fırlamış kamera açıları ile ilerleyen film ilginizi çekecektir, ki az buçuk istismar sinemasına kayan bu şiddet pornosu, serinin geçmişine duyulan sempati ile sürükleniyor her halükarda.

Araç içi kamerada sakin sakin giderken yaşanan kaza gibi izleyeni korkutan sahneleri ile de, film gerçek kimliği ortaya çıkana kadar kendini götürüyor. Filmin başında karşımıza çıkan first person shooter sahnesi gibi, bu kez third person shooter ‘lardan fırlamış ve bir tesiste geçen  aksiyon sahnesi de oldukça iyi.

Lakin video klip estetiğine yakın hazırlanmış bu özenli aksiyon –kavga- sahneleri kadar, karakter derinliğine de özen gösterilseymiş keşke demeden edemiyor insan. Mesela Dolph Lundgren gibi bir adam ne demeye bu kadar az rol alır, fonksiyonu nedir anlamak mümkün değil. Jean-Claude Van Damme ‘da aynı şekilde, son derece fonksiyonsuz bırakılmış hatta neredeyse filmi ağzından tek kelime çıkmadan bitirecekmiş. Tüm bunların yanında, her iki oyuncunun da bölüm sonu canavarı gibi kullanılmış olması da can sıkıcı bir başka nokta. Jean Claude Van Damme, özellikle JCVD ‘de aslında kötü bir oyuncu olmadığını gösterdi, Dolp Lundgren ‘de sahip olduğu karizmayla, serseri çam yarması tipinden çok daha doğru kullanılabilecek bir oyuncu.

Toparlamak gerekirse, konuya derinlik katayım derken Max Payne ‘den öykünme suni bir film çıkmış ortaya. Yukarıda değindiğim kaza sahnesinde olduğu gibi tempoyu düşürüp seyirciyi uyuturken birdenbire ortaya çıkardığı reaksiyonla izleyeni yerinden hoplatmayı başarıyor genede. 

THE MACHINE


Son bir senenin ( film aslında 2013 yılına ait ) Ex Machina ve Automata ile birlikte kafayı aynı derde takmış diğer etkileyici filmi. Bu üç filmi de belli bir konsept olarak kabul edip değerlendirmek gerekirse, her iki filminde arasında olduğunu, ve izlenecekse sıralamada ikinci film olarak seçilmesinin daha anlamlı olacağını düşünüyorum.

Her iki filme nazaran daha düşük bütçeli ve özellikle Automata ‘ya göre daha bir “b filmi” havasında olduğunu da eklemek lazım. Buna rağmen, özellikle aksiyon sahnelerinde hissedilen bu ucuzluk filmin genelinde hiç bir rahatsızlık yaratmamakta.

Tekinsiz atmosferi ve bunu destekleyici tema müziği ile birlikte aksiyon sahneleri gelene kadar doğru görünen oyuncu seçimleriyle birlikte karanlık bir film çıkmış ortaya. Aynı zamanda mekan seçimi ve mekana bağlı karanlık ortamlarda bir noktada b film havası veren bu tatminkar atmosfere katkı yapmış.

Kabaca hikayeye değinmek gerekirse; Vincent, kafayı sibernetik organizmalara takmıştır. Askeri bir tesiste, hayatını kaybetmiş ya da yaralanmış askerler üzerinde tanrıcılık oynarken, çıkan sonuçlarla hasta kızının da hayatını kurtarabilmeyi amaçlamakta, hatta tüm motivasyonunu bunun üzerine inşaa etmektedir. Ava ise, üstün zekası sayesinde bu programın bir parçası ve Vincent ‘a yardımcı olmaya hak kazanmıştır. Ancak sonu Ava ‘nın makineye dönüşeceği bir duruma evrilen istenmeyen olaylar yaşanır.

Hikaye, insan eliyle yaratılmış androidlerin bilinç kazanmasının önüne geçilmeye çalışılması ile ilgili temelde. Özellikle terminator serisiyle yakın dönem popüler kültürde yerini almaya başlayan bir konu yani. Yukarıda değindiğim Automata ve Ex Machina ‘dan çok da farklı değil yani.  Belki biraz da, kazanılan bu bilincin, insan doğasından ne farkı olduğu sorusu üzerine kafa yorulmaya çalışılmış diyebiliriz.
-Spontane birleştirilmiş bilgi. Bilinç.-Beyninin bölümlerini kapatmamamıza gerek olmasının tam da nedeni bu.
-Bekle, neden bahsediyorsun?
-Bilinçli makineler ihtiyacımız olan son şey. Bunun ne kadar tehlikeli olabileceğine dair fikrin var mı? Bu prototipi ancak anlıyoruz. Yeni nesil tasarlandığında ve o nesil makinede başka bir tanesini tasarladığında ne olacak? O kadar gelişecekler ki, onlara karşı çaresiz olacağız. Aylar içinde yok edilebiliriz. Teknolojik bakımdan gelişmiş sınıf hep kazanır.
Vincent ile patronu arasında geçen bu konuşma sonrasında, vincent ‘ın makine ile konuşması da, tüm olayı özetliyor işte:
-Senden korkuyorlar. Çok insansı, çok zeki olduğunu düşünüyorlar. Seni daha çok makineye benzetmemi istiyorlar.
Bunların toplamı aslında teknoloji karşısında yaşamamız gereken korkuyu bize göstermekle beraber, yabancı olana karşı duyduğumuz öfkenin de bir yansıması gibime geliyor film adına.
Vincent: Gerçekten nesin sen? Yaşamın usta bir taklidi değil de, canlı olduğunu nereden biliyorsun?Machine: Thompson ‘un ya da kızının canlı olduğunu nereden biliyorsun? Benim yaşamı ustaca taklidimi diğerlerinden ayıran ne?
Vincent: Onlar insan. Onlar canlı.
Machine: Ama nasıl bilebilirsin? Onların düşüncelerini göremezsin. Bedenlerinden başka onları benden farklı kılan ne?
Filmin, kusurlu diyebileceğimiz yegane noktalarından birisi sanırım Vincent ‘ın kızı ile ilişkisi. Vincent tüm hayatını amacını ona adamışken, o ilişkinin bize yansıyan tarafında hep bir soğukluk, mesafe mevcut. Bu baba – kız ilişkisinde ( ki Vincent ‘ın tanrıcılık oynamasının arkasındaki tüm motivasyonun bu olduğu hesaba katılırsa ) daha fazla derinlik olabilirmiş dramatik havayı güçlendirmek için.

Vincent ‘ı oynayan Toby Stephens ‘ın dingin tarzı, verdiği ani tepki ve yükselmelerde inandırıcılığını arttırıyor ve filmden kopmamanızı sağlıyor.

Vincent ‘ın şirketin zoruyla makine ‘den zorla “bilincini” çıkardığında fena şekilde 21 Grams çağrışımı oldu bende, ki o da bunu “bilinç ya da ruh” diyerek destekliyor sanki.

Kısa olmakla birlikte akıp giden bir film. Özellikle sonlarda izlediğimiz aksiyon sahnelerindeki başarısızlık ( belkide dövüş kareografileri ) her ne kadar filmin sükunetine gem vursa da, bilim kurgu sevenler için kaçırılmaması gereken bir film bence.  
Vincent: seni ne mutlu eder?
Machine: gözlerimi açmak.Vincent: seni ne mutsuz eder?
Machine: gözlerimi açmadan önceki karanlık...

3 Ağustos 2015 Pazartesi

SUPERMAN/DOOMSDAY

Ona bir bakın. Öylesine parlak, güçlü ve harika ki. Bir tanrının ete ve kemiğe bürünmüş hali gibi. Elbette her mantıklı tanrı, yaptığı iyilikler karşılığında mutlak bir itaat isterdi. Ama hayır, Çelik Adam 'ımız hiçbir karşılık beklemeden bizi koruyup kolluyor. Ve insanlar neredeyse ona tapıyor. 
Tamda böyle bir tiratla başlıyor 2007 yapımı, Çelik Adam 'ı Adam Baldwin 'in seslendirdiği animasyon. Baştan söylemek lazım ki, Lex Luthor dışında animasyonun pek öyle ilginç ve akılda kalıcı bir tarafı yok karakterler yönünden. Hatta Superman 'ın Lois Lane ile arasındaki gönül işlerine Smallville tarzı yaklaşımı nedeniyle es geçilebilecek bir animasyon bile diyebiliriz. Gerçekten neredeyse mide bulandırıcı bir romantizm ve ikilinin arasındaki karı - koca kavgası tarzındaki gerilim, hatta vıdı vıdılar nedeniyle yarıda kapatma ihtimali bile var.

Luis inatla Superman 'ın adını öğrenmek için çabalarken, Çelik Adam sevdiceğini korumak adına kimliğini açıklamaktan imtina eder. ( Aslında Superman değil midir gizli kimliği Clark Kent 'in? )
...bizi birbirimizden ayıran bu konuya sıkı sıkıya bağlısın, ve aklıma gelen tek sebep, bir uzaylı için insancıl bir duygu geliştirdiğin. Bir kadına bağlanmaktan korkuyorsun.
Gerçekten bir süper kahraman macerası için çok gereksiz ayrıntılar... 

Tüm bunları bir yana bırakarak hikayesine değinmek gerekirse, Luthor Crop yer altında yaptığı bir çalışma sırasında İsa 'dan önce öncesine ait bir uzay gemisi bulur. Ancak yanlışlıkla bu gemide hapsedilmiş yüksek teknoloji ürünü "mükemmel" askerin kaçmasına neden olurlar. Lakin bir sıkıntı vardır ki, biyolojik olarak "tasarlanmış" bu ürün, dost ve düşmanı ayırt edememektedir. Sonuç olarak söz konusu "kıyamet makinesi" yaşayan tüm canlıları yok etmek için var olmuş durumdadır. 
...bir uzaylı ırkı, o şeyi hapsetmek için delicesine bir teknoloji geliştirmiş ve dünyayı çöplük yerine kullanmışlarsa, bunun tek bir nedeni olabilir. Onu öldüremediler. 
Temelde aşk hikayesine bulanmış ve her zaman iyilik kazanacaktır temalı bu animasyonun açıkçası en iyi taraflarından birisi, Superman 'ın siyah renkli solar kostümü ile etrafta gezinmesi. Ek olarak, güçlü bir senfonik tema müziği olduğunu (normal olarak) ve Superman 'ın kıyamet makinesini atmosfere çıkardığı heroic sahnede oldukça epic bir müzik seçimi yapıldığını belirtmem gerekiyor. Her ne kadar, bir süper kahraman macerasına göre Lois Lane nedeniyle fazla "insani" bulsam da hikayenin akışında bir çok noktayı, Lane 'in Smallville 'da Martha Kent ile yaptığı kapı önü konuşması oldukça duygusal ve açıkçası dramatik yapının en güçlü anlarını oluşturuyor. Ve elbetteki, hikayenin en önemli tarafı ve aslında onu izlenebilir kılan can alıcı noktası, elbetteki Doomsday ile karşılaşması sonucu Çelik Adam 'ın başına gelenler. 




BATMAN: UNDER THE RED HOOD

Yönetmenliğini Brandon Vietti ‘nin, yazarlığını Judd Winnick ‘in yaptığı 2010 tarihli animasyon.

Özetle hikayesinin üzerinden geçmek gerekirse; Black Mask ‘ın yönetimindeki Gotham uyuşturucu çeteleri birer birer Red Hood ‘un himayesine geçmektedir. Black Mask, Joker ‘i de işin içine katarak durumu lehine çevirecek planını uygulamaya çalışırken, Batman ‘da hem bu karmaşayı çözmeye, hem de arada Neil Patrick Harris ‘in seslendirdiği Nightwing ‘in yardımıyla Red Hood ‘un kimliğini ortaya çıkartmaya çalışır ve Ra's al Ghul ‘un dahil olduğu hikayenin akışında, geçmişiyle yüzleşir.

Temelde ne kadar basit gibi görünse de, Red Hood ‘un planı ve arkasında yatan motivasyon söz konusu olduğunda aslında son derece derin ve etkileyici bir intikam, yüzleşme hikayesi var ortada.

Animasyon, Batman tarafında uzun süre dedektiflik hikayesi olarak yürüdüğü için bir kez izlendikten sonra etkisini yitirecektir işin “merak” tarafında. Lakin ilk izlediğimizde bir mana verilemeyen girişi de, ancak sorular cevaplarını bulunca anlam kazanıyor.

Açılışı, camiden bozma mekanında yapan Ra's al Ghul ve sonrasında Saraybosna ‘da Robin ‘e temiz bir sopa atan Joker ‘le birlikte aksiyonu yüksek ve elbette Joker etkisiyle ilginç bir başlangıç yapan animasyonu, ilk beş dakika sonrasında izlememek için hiç bir neden kalmıyor. Joker, Robin ‘i patlamak üzere olan bir bomba ile ölüme terk ederken, bizim gördüğümüz ise zamanında yetişemeyen dedektifimizin beyhude çabası oluyor.  

Bu giriş sonrası ise, yıllar sonra Gotham ‘ın en zengin uyuşturucu satıcılarını kendisi için çalışmaya zorlayan Red Hood şaaşalı bir giriş yapıyor maceraya. Bu anlaşmanın bağlayıcı noktası ise elbet bu sokak satıcılarını Batman ‘den ve Black Mask ‘den koruyacağı sözü. Karşılığında tek istediği ise satışların okullara ve çocuklara yapılmaması oluyor, ki ikna kabiliyetini de etkileyici bir prezentasyonla gösteriyor.

Kaybettiği gücü tekrar ele geçirmek için çabalayan Black Mask ise çözümü Joker ‘le anlaşmakta buluyor, planını yapıyor ve Arkham ‘dan kaçırıyor Joker ‘i.

Hikayenin çözülmeye başladığı ve aslında Red Hood ‘un motivasyonunu çözüp yaptıklarını anlamaya başladığımız sahne ise, Batman ‘ı bir kovalamaca sonunda çektiği fabrika oluyor. Elbetteki Joker ‘in asit kazanına düştüğü fabrika... Gece yaşananlar bir bir Kara Şövalye ‘nin gözlerinin önünden geçerken, şöylede güzel bir diyaloğa tanık oluyoruz Red Hood ‘la arasında geçen:
O geceyi unutmak zor değil mi?  Burası ilk büyük hatanı yaptığın yer Batman. Belki de en büyüğü, ama kesinlikle sonuncusu değil, haksız mıyım? Anılar...
Hikayenin ve diyalogların bir Kara Şövalye hikayesine yakışır şekilde derinlik taşıdığını eklemek gerekli. Ki, Red Hood ‘un kimliği ortaya çıkıp anlatılanlar anlam kazanmaya başladıkça hikaye güzelleşirken, Red Hood ‘un uyuşturucu satıcıları ile yaptığı garip anlaşmanın arkasında yatan felsefeye de anlam vermeye başlıyoruz. Red Hood ve Batman ile arasında geçen diyaloglarda gene o etkileyicilik mevcut, daha da önemlisi Kara Şövalye felsefesine de çok önemli bir katkısı var bu konuşmaların...
-Yalnızca bir tanesini öldürdüğüm için sevinmelisin. Onların hepsi süikastçi...-Ya sen nesin?
-Ben Gotham ‘ı temizliyorum. Senin yaptığından daha fazla.
-Black Mask ‘ın bölgesini çalıyorsun ve yoluna çıkan herkesi öldürüyorsun.-Black Mask sadece planın bir parçasıydı.
-Plan mı? Bir suç lordu oluyorsun.
-Evet. Suçu durduramazsın. Bunu hiç bir zaman anlamadın. Ben suçu kontrol ediyorum.Onları korkuyla yönetmek istiyorsun. Ya senden korkmayanlara ne yapacaksın? Senin yapmadığını yapıyorum. İşlerini bitiriyorum...
Tüm bunlar ışığında açıkça söylemek gerekiyor ki, yapılmış en iyi Batman hikayelerinden birisi. Hem derinliği, hem buram buram kara film kokan hikayesi, hemde kuşkusuz ki Red Hood ve Joker üzerinden Kara Şövalye ‘yi anlamamıza yardımcı olan diyalogları ile.


30 Temmuz 2015 Perşembe

SUPERMAN/BATMAN: APOCALYPSE


Batman ve Superman 'ı bir araya getirip, bizi Supergirl ile tanıştıran, ardından Wonder Woman 'ı da işin içine katıp Darkseid 'e karşı mücadelelerini izleten 2010 yapımı bir animasyon Superman/Batman: Apocalypse. 

Darkseid 'e karşı verilen mücadelede herhangi bir karakter derinliği beklentisi içine girmemek gerekmekle beraber, Supergirl 'in ortaya çıkışını, Darkseid 'i, Cennet Adası 'nı ve Apocalypse 'i görmemiz dışında pek ilginç bir tarafıda yok açıkçası animasyonun. Belki değinilmesi gereken bir noktada Granny Goodness tarafından yönetilen Female Furies 'i görüyor olmamız. 

Kabaca hikayeye değinmek gerekirse, Kara 'nın, yani Supergirl 'in ortaya çıkışıyla başlıyor macera. Kara, güçlerini kullanmayı öğrenebilmek için Wonder Woman ile Cennet Adası 'na gider. Bu arada, Darkseid 'de Kara 'yı cennet adasından kaçırıp ordularının başına geçirmeyi istemektedir. Bu nedenle Doomsday ve klonları ile adaya saldırır. 

Bu noktada, animasyonun yeterli karakter derinliğini sunamadığını tekrar hatırlatmak isterim. Lakin, işin karizma ve zeka eksiğini kapatan karakter gene Batman oluyor haliyle. Örneğin Darkseid 'in adaya saldırı planını çözebilen ( kalabalık klonlar amazonları ve kahramanlarımızı meşgul ederken, arka planda Kara 'yı kaçırmayı başarır Darkseid ) ilk olarak Batman 'dir. Ki, Darkseid 'de hakkını verir bu konuda Batman 'ın. Kara Şövalye Kara 'yı geri vermesi için Darkseid 'i kendi silahıyla gezegeni ( Apokolips ) yok etmekle tehdit ederken, Darkseid 'in yorumu şu olur: 
- İyi oynadın. Kriptonlu veya o Amazon, böylesi bir kumara girselerdi, kaybederlerdi. Onlarda başarıya ulaşmak için koca bir gezegeni yok edebilecek irade yok...
Yani bu kadar düz bir animasyonda dahi, Batman bir karakter olarak yarı tanrıların üzerinde değer görüyor. Açıkçası DC 'yi bu konuda taktir etmemek elde değil. Elbette, Superman 'da kendi payına düşeni alıyor hikayede. Metropolis 'te Superman için dikilen meşhur heykel gözümüze sokulmakta. Kara 'da :
- Demek onların şampiyonu sensin, öyle görüyorlar seni...
diyerek, DC 'nin yaptığı bu rol dağılımının bir özetini geçiyor bize. Şampiyon kavramını, bir tanrı avatarı olarak nitelemekte mümkün diye düşünüyorum. Bu arada, Kara 'nın henüz güçleri üzerinde tam hakimiyeti olmadığı için bu heykeli yanlışlıkla ikiye bölmeside eğlenceliydi. Gene de, yukarıda vurguladığım gibi, bu kadar zorlamaya gelecek derinlikte bir hikayeye sahip değil animasyon. Eklemem lazım ki, çizim kalitesi olarak da çok memnun edici bulamadım.  Aksiyon namına daha memnun edici olduğunu ise söyleyebilirim, ki özellikle kahramanlarımız Wonder Woman ve Barda 'nın, Female Furies ile yaptığı kapışma en eğlenceli ve izlenebilir aksiyon sahnelerine sahip idi.  

Sürekli belli bir derinliğe sahip olmadığından dem vurmaktayım, bunun nedenlerinden biriside özellikle Batman 'den alışık olduğumuz o etkileyici diyalog veya monologların azlığı. Genede, en akılda kalıcı olanı, Kara 'nın Batman 'den "suratsız hıyar" diye bahsettiği an...

29 Temmuz 2015 Çarşamba

BATMAN: ASSAULT ON ARKHAM


Dark Knight Returns part 2, Assault On Arkham gibi animasyonları izleyince, Dc 'nin önümüze getireceği filmlerle ilgili de ( Suicide Squad, Batman vs Superman ) kafada net bazı öngörüler, fikirler oluşuyor. Suicide Squad trailerını izledikten sonra da, filmi Assault on Arkham ile bağdaştırmama imkanı yok elbetteki. 

Bu animasyon da, çizgi romanları takip edememe durumunda bazı kilit tanımları yapıp gerekli noktaları açıkladığı ve önümüzdeki film için fikir verdiği için de ilgi çekici ve sürükleyici. 

Hikayeye iki ayrı perspektiften bakıyoruz ve aslında birbiriyle bağlantılı iki ayrı hikayeyi izliyoruz temelde. Birisi Suicide Squad 'ın macerası, diğeri de Batman 'ın. İki ayrı hikaye olarak değerlendirme imkanımız olduğundan animasyonu, aslında Batman olması gerekenden daha az karşımıza çıkıyor, bizi ilgilendirense aslında Suicide Squad 'ın hikayesi. 

Suicide Squad temelinde, filmde de karşımıza çıkacak kilit karakterler yanında, Gotham 'ın meşhurlarıyla da karşılaşıyoruz. Animasyon bir nevi yıldızlar geçidi. Bu nedenle izlerken kaybolmaya yüz tutan dikkat, bir şekilde tekrar yerine geliyor. 

Hikayenin Suicide Squad tarafına kısaca değinmek gerekirse, The Riddler ( Eddie Nashton aka Edward Nigma ) bir şekilde hükümete bağlı çalışan Amanda Waller 'ın bilgisayarına erişim imkanı bulur. Bu yolla da, intihar ekibinin tüm mevcut, geçmiş ve potansiyel üyelerinin kimlikleri ile sicil kayıtlarını içeren bilgileri de indirir ve saklar. Dosyayı internete yüklemekle tehdit edince de, dosyanın geri alınma ihtiyacı doğar. Lakin, dosyanın tek kopyası Nigma 'nın bastonunda bulunan flash bellektedir, ki o bastonda Arkham eşya odasında kilitli tutulmaktadır. Böylelikle, intihar takımının Arkham 'a baskın için toparlanması gereği doğar. 

Burada Suicide Squad ( Task Force X ) için ayrı bir paragraf açmak yararlı olabilir. Bu ekip, hükümete ait ama kayıt dışı bir saldırı ekibi. Salıverilme umudu olmayan mahkumlardan seçilerek kurulur ve imkansız görevler için harcanabilir ajanlar olarak görev yaparlar. 

Bu macerada, Suicide Squad elemanlarını da sıralamak gerekirse: 
Killer Frost, King Shark, Black Spider, Deadshot, Captain Boomerang, Kgbeast, Harley Quinn

Gelelim Batman 'ın burada ki rolüne ve hikayenin ikinci kısmına. İlk etapta Batman 'ın intihar ekibini durdurmak gibi bir gayesi olduğunu düşünmek olası, ancak dediğim gibi hikaye iki parça ve burada Batman 'a düşen görev, Joker 'le karşı karşıya gelmek. Joker, büyük bir bombayı çalıp Gotham 'da bir yerlere saklamıştır. Bombanın yayacağı radyasyon şehrin yarısını öldürebilecek güçtedir ve Kara Şövalye şehrin altını üstüne getirmiş olmasına rağmen bombayı bulamayınca, yerini Nigma 'nın bilebileceğini düşünmüştür. Evet, intihar ekibi ve Kara Şövalye 'nin yollarının ilk kesişme noktası bilmececi. Ancak belirttiğim gibi, ana hikaye intihar ekibi üzerinden yürüdüğü için, Batman daha çok yan karakter gibi kalıyor, hikayesi yan hikaye gibi işler görünüyor uzun süre. Biz Batman 'ı daha az görürken, asıl yıldız ise, filmde Will Smith tarafından canlandırılacak olan Deadshot oluyor macerada, ki maceranın sonunda Jokerle final mücadelesine girişmekte ona düşüyor. Elbette Joker ve Harley Quinn 'i de eklemek ve Harley Quinn içinde bir ekleme lazım. Burası karakterle ilgili bilgisi olmayanlar için spoiler olabilir; Harley Quinn Arkham 'ın eski psikiyatristlerinden olduğundan mekanın planına ve lojistik unsurlarına dair geniş bilgiye sahiptir, kapıları açacak şifreleri bilmektedir ve kilit nokta; Joker 'in yavuklusudur. 

Animasyonun geniş bir yıldızlar karması olduğunu belirtmiştim. Karşımıza çıkan diğer bir kilit karakter de Cobblepot 'dur, yani penguen, ki ekibe Arkham 'a giriş için gerekli desteği sağlar. 

Hikayenin ana noktasının Nigma 'yı ( yani Riddler ) ortadan kaldırmak olarak açıklanabileceği animasyonda ortaya çıkan karmaşada Bane ve Harvey Dent dahi karşımıza çıkıyor tımarhaneden kaçarken. 

Tüm bunlar ışığında, neredeyse tüm kilit karakterlerin birer birer gözüktüğü, Batman 'dan ziyade Suicide Squad üzerine yoğunlaşmış ve bu nedenle izlenebilir bir animasyon oluyor eldeki. Joker karakteri görsel olarak çok başarılı olmamakla birlikte, bu kadar kalabalık bir kadroda yeteri kadar derinlik bulamamak normal karşılanabilir bir durum olarak gözükmekte animasyon için. Tüm bunların yanında, Dawn of Justice ( ve belki Dark Knight Returns 1-2 serileride ) filminde karşımıza çıkması muhtemel, hükümet tarafından istenmeyen adam Batman mitine temel hazırlayan sürtüşmeye de animasyonun sonunda tanık oluyoruz. 

Aksiyon dozajı yüksek olduğundan sıkma ihtimali düşük, ki daha açılışta Batman 'ın Nigma 'yı almak için ortalığı dağıtması fikir verici oluyor. Nigma 'nın Amanda Waller 'a sorduğu bilmeceler sırasında hafiften karizmayı dağıttığı açılışta günümüz dünyasına yaptığı minik dokunuşla da eğlenceli aslında: 
- Şu soruyu bil bakalım. Neye sen sahipsindir ama başkaları onu senden çok kullanır ?
- Adın...
- Ha! Bunu daha önce duymuşsun...
- Hayır. Dünyanın geri kalanı gibi ben de Google 'a erişebiliyorum...

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Aliens vs. Predator: Requiem


Staruse kardeşlerin yönetmenliğini yaptığı, 2007 yapımı devam filmi. Alien ve Predator 'leri karşı karşıya getiren ticari zekanın ürünü olan serinin ikinci filmi. 

Giriş, gelişme ve sonuç bölümlerini ayrı ayrı ele almak gerekirse, teen slasher gibi başlayıp, ilerledikçe barındırdığı gore öğelerle alien (veya predator) felsefesine ne gibi katkılar yaptığını bolca düşündürten ve özellikle de alien serilerinden hiç de alışık olmadığımız bir şekilde mekan olarak bir kasabayı seçmesinden hareketle de gerilimden ziyade bilindik korku filmi öğeleriyle ayakta durmaya çalışacağı izlemini veren bir film. Arada sırada havuz, hastane, en güzeli de kanalizasyon gibi klostrofobik mekanların kullanımıyla zeki bir hareket yaptığı izlenimi verse de, bu mekanlardan atmosfer manasında fazla faydalanılmamış ve açıkçası sonuca ulaşırken yapmacık gözüken bir kadın kahraman miti yaratma çabası nedeniylede finali güme gitmiş bir film.
Sürekli gece karanlığında hareket edilmesi, yaratık ve predator çarpışmalarında ve özelliklede alien saldırılarında kötü kamera açıları ile sürekli yakın plan çalışılması da filmi izlenmesi zor ve anlaşılmaz aksiyon sahneleri bütünü haline getirmiş.

Gore öğeler demiştik, bu iğrençlik seçimi bilinçli yapılmış olsa gerek ki, daha filmin başında minicik bir çocuğun midesinden çıkan xenomorph sahnesi, kanalizasyonda bok içine anahtar arama ve en nihayetinde insan derisi yüzme gibi kavramlarla bu vurgu güçlenmiş oluyor.

Karakterler çok uzunca bir süre -sonuç bölümüne kadar- çok hızlı geçtiği, çok az diyaloga sahip olduğu için, film belirtildiği üzere anlamsız aksiyonlar bütünü şeklinde devam ediyor uzunca bir süre. Hatta bir kamyonet anahtarı bir çok oyuncudan daha önemli bir role sahip filmde. Aynen bu şekilde, uzunca bir müddet, kimin neden bu filmde olduğu falan anlaşılamıyor. Aynı şey uzunca süre yaratık – predator ikilisi içinde geçerli. Onlarda sadece takılıyorlar gibi görünüyor filmde. Avcı, avlanıyor. Av üremeye çalışıyor. Bu arada üremeye dair filmin enteresan bir vurgusu var, zaten hamile kadınların kuluçka için seçilmesi de, gene teen slasher derken kast ettiğimiz elm sokağında kabus tarzına uygun bir hareket. Film aslında doğanın erkeğe biçtiği rolü, yani üremeyi de, aynı bir hayvan gibi içgüdüsel bir tavır olarak yaratıklara yüklerken, kadınında görevi doğurganlığa getiriyor lafı bu sahnede. . Predator kırması xenomorph yeterince garip bir fikir zaten, bir adım ötesi için yaratıkların aslında insanlardan da özellikler taşıdığı vurgusu mu yapılıyor acaba, merak ettim...

Dediğim gibi Alien felsefesine yaptığı veya yapmadığı katkı oturup uzun uzun düşünülebilir. Gerçi hepi topu iki sahne var bunun üzerine konuşulabilecek, bir de elbetteki filmin sonu. Görüyoruz ki gene mürettebat gözden çıkarılabilir olarak değerlendirilmekte. Açıkçası bu kadar kesin bir çözüm beklemezdim, sanki filmin süresi kısa tutulmaya çalışıldığı için hiç sündürülmeden bağlanmış filmin sonu, yoksa eleştirel ton biraz daha yükseltilebilirmiş gibi duruyor.


20 Temmuz 2015 Pazartesi

AVP: Alien vs. Predator


Alien serisinin bilim - kurgu adına kattığı derinlik tartışılmaz olmakla birlikte, Predator ile bu derinliği birleştirmek eğer üzerinde özenli bir çalışma yapılmış olsa idi muhtemelen çok önemli sonuçlar verebilecekti. Ancak bu haliyle Alien serisinin alt metinlerindeki derinlikten ziyade işin vahşet ve dehşet tarafıyla ilgilnemiş filmler bulunmakta elde. 

Elbetteki mevcut haliyle de, sektörün en can alıcı iki karakterini karşı karşıya getirmiş bir filmden de ilk beklenilecek budur işin felsefesini bir kenara bırakırsak. 

Peki bu noktadan ele alırsak, 2004 senesinde çekilmiş eldeki bu film vaat ettiğini yerine getirebiliyor mu? 

Elimizde haliyle üç ana grup var. Xenomorph, predator ve insanlar. İlk karşımıza çıkansa predatorlar oluyor. Film bu noktada çabucak çözülüyor, Filmin, predatorlar ile ilk karşılaşmada görmemizi istediği "dehşet" perdeye fena yansıtılmamış durumda. Elbette ki "görünmeyen" bir düşmana karşı yaşanan dehşet daha da mükemmel olabilir miydi orası muamma. Genede buradaki çözülme hiç de fena değil. 

Mekanın "köşeye sıkışmışlık" vurgusunu yapacak şekilde kullanılması bir yana, xenomorph yumurtalarını kurban etme odasında ilk görüşümüz, yavruların çıkışına tanıklığımız da yaratılmaya çalışılan "dehşet" duygusuna destek veriyor. Burada ağır çekim seçimi de akılda kalıcı. Ancak, beklenen "vahşet" duygusu belkide yaratıkların doğumlarında karşılaşabileceğimiz sahneler olabilecekken, bu filmde geçiştirilmiş nedense. Bu da, özellikle Alien serilerinde işin bu yönüne yüklenen referansların pek umursanmadığının işareti. Elbet filmin Alien serilerinden daha sonra çekilmiş olması da kafayı bu tip derin mevzulardan ziyade av -avcı / kurban noktasına takmış olmasına neden olmuş diye değerlendirebiliriz. Sonuç olarak aradan geçen onca sene içerisinde filmlerin hitap ettiği kesim değişti, korkular, tabular ve beklentiler değişti. 

Bu filmi tanımlarken kullanılabilecek ilk kelime "dehşet" olmalı muhtemelen. Predator ve xenomorphun ilk görüldüğü anlar bu etkiyi verirken, zamanla bu etki kayboluyor. Elbet burada gene ilk Alien filmine dönebiliriz. Scott 'da, yaratığı göstermeyerek gerilimi sürekli had safhada tutmuş, dehşeti yaşamamızı sağlamıştı. Elbette bu filmde böyle bir şans yok, beklenen av - avcı karşılaşması. Bu noktada da film, mekan kullanımı kartını oynuyor. Duvarları belirli periyotlarla hareket ederek avı köşeye sıkıştırmaya çalışan piramit, gerilimi arttırırken, ekibi de bölerek çaresizliğin etkisini arttırıyor ve avlanmayı kolaylaştırıyor. Kısacası ilk yaratık - predator karşılaşmasının doğal tanımı olan "dehşet", yerini usul usul av - avcı heyecanına bırakıyor. 

14 Temmuz 2015 Salı

ALIEN: RESURRECTION

Alien Quadrilogy


Dörtlemenin Jean-Pierre Jeunet tarafından yönetilen dördüncü filmi. 

Serinin alt metninde genel hatları ile belli aslında. Üreme, bu paralelde doğurganlığın kadın - erkek arasındaki paylaşımı ve özellikle ilk filmde bu minvalde kabul görmüş ön yargılara müdahale ve buna verilen göndermeler, şirket referansı ile sistem eleştirisi ve üçüncü filmde ayyuka çıkan yaratılış - yaratıcı yani din referansları. 

Dördüncü filmde farklı bir işleyişe sahip değil alt metinlerinde. Ancak, bunu yaparken kendine seçtiği yok, diğerlerinden farklı. İlk filmde, şirketle özdeşleştirebileceğimiz veya onun yansıması olarak kabul edebileceğimiz, hatta bir noktada android ve xenomorph 'un varlığına neden olarak görebileceğimiz geminin, daha doğrusu "mother" ın burada aldığı isim "father". Bu filmin genel kabul görmüş mizah anlayışının getirdiği basit bir gönderme mi, yoksa bilinçli bir tercih mi anlayabilmek ilk etapta zor bana kalırsa. Aslolan şu ki, filmin kabul edebileceğimiz en önemli yanı Ripley 'in klonlanması neticesinde, üremeye dair önceki tüm referanslara bir çözüm getirilmiş... Ve aslında bu yolla daha önce karşılaştığımız ve bazılarına muhafazakar kabuller diyebileciğimiz söylemler etkisini yitirmiş durumda. Bu, aslında son derece dehşet verici bir konu olabilecekken, filmin mizahi yaklaşımı, klonlanmanın insanoğlunun tek tipleştirilmesine evrilebileceği tespitini bize yaptırmıyor. Evet, Ripley 'in başarısız girişimleri gördüğünde düştüğü dehşet bize bazı fikirler veriyor bununla ilgili ama etkisi çok az sürüyor. Ripley 'in kendi klonlarını gördüğünde insani vasıflara sahip olduğunu bize hatırlatması -hüzün, öfke gibi- ve belkide korkması, belki aynı dehşete düşmemizi amaç edinmiş olabilir, hatta Ripley 'in  bu duyguları sadece kendi türünden olanlara karşı hissetmesi, insanlara karşı ise, uzun süre aynı alaycı tavrı devam ettirmesi de, yabancı olana karşı hissettiğimiz soğuk tavrında bir kabulu olabilir. 

Filmin en negatif yönü özellikle Ripley 'in tavırlarında gördüğümüz alaycı tavrı. Filmin sahip olduğu bu espri anlayışı, yarattığı muhteşem atmosferin, görselliğin önüne geçiyor. Cyberpunk 'a kayan muhteşem bir atmosfer, yeşil tonların hakim olduğu eşsiz bir görsellik var filmde. Delicatessen 'den aşina olduğumuz bu görsellik, özellikle yakın çekimlerin kamera açılarına da yansımış durumda. İzleyenin alışık olmadığı bu açılar, karakterleri yabancılaştırmakla birlikte, görselliğe de eşsiz bir katkı yapıyor. 

Ripley 'in bir klon olmasına rağmen, özellikle kendi türüyle karşılaştığında düştüğü dehşetten hareketle insani yönünü de görüyor olmamıza yapılan bir başka katkı da, diğer klonları yaktıktan sonra Ron Perlman 'ın bu yaptığı karşısında "kadınsal bir şey herhalde" tespiti. Tüm bu klonları, Ripley 'den küretaj yaparcasına çıkartılan yaratığı ve hatta gemide yer alan ana kraliçeyi, yumurtaları düşününce, aslında bu mekanik üreme ilişkisinde "father" ın nereye konduğunu anlamak biraz daha kolay olabiliyor. 

Serinin, bildiğimiz tüm bu anne - baba kavramına yapmaya çalıştığı dokundurmaların en dehşet vericisi de gene Ripley 'den geliyor, ki "father" kavramıyla değerlendirdiğimiz de, taşların yerine oturtulması olarak da görebiliriz bunu izleyen adına. 
-Purvis: Sen kimsin ?
-Ripley: Canavarın annesiyim 
Filmin, özellikle de Ripley 'in sahip olduğu bu alaycı tavrın aslında tüm bu karşılaşılan kısır döngü kıvamındaki çaresizliğin bir çözümü olmaması ile de ilişkisi var diyebiliriz. Şirketin sürekli mükemmel organizmaya sahip olma isteğinin, sonucu aynı kapıya çıkan filmlere neden olması Ripley 'in tavırlarında gördüğümüz boş vermişliğin de kaynağı belki : 
Johner: Hey, Ripley. duydum ki daha öncede bu şeylerle karşılaştığında koşmuşsun
Ripley: Doğru
Johner: Wow, peki ne yaptın?
Ripley: Öldüm.
Tüm kısır döngüye rağmen bu filmin seriye kattığı mizahi havayı bir yana bırakırsak, müthiş bir görsellik kattığı yadsınamaz. Derin mevzulara yaklaşımı biraz yüzeysel olsa ve elindeki klonlama teknolojisinin dehşetinden tek bir sahne dışında çok iyi faydalanmasa da, xenomorph 'ların ana rahminden çıkışına ( belkide filmin başında Ripley'den çıkışına) benzetebileceğimiz muhteşem bir su altı sahnesi var. Ekip su altında giderken, nefis bir estetikle arkalarından onları takip eden xenomorphlarla birlikte hepsi de aslında hedefe yönelmiş spermlere benziyor, ki sudan çıkmaya çalıştıklarında karşılaştıkları yaratıkların yüzeyde bıraktığı zarımsı tabaka da gene doğum anında yırtılan keseye benzemekte ve ekip, yüzeye ulaştıklarında da diyebiliriz ki bu, bir doğuşu simgeliyor. Filmin sonunda gördüğümüz yaratığın, geminin penceresindeki minicik bir delikten uzaya parça parça savrulmasının da bir kürtaj gibi sahnelendiğini söyleyebiliriz ki, bunu yapanların da bir android ve klon olması da başka bir ironi. 

Sürekli tekrar ettiğim mizahi hava filmin izlenişine ne kadar pozitif etki yapıyor kuşkulu, benim açımdan o noktada sıkıntı var, ancak anlattıkları etkileyici ve o muhteşem görsellikle birleştirildiğinde, Ripley 'in abartılı hareketlerine rağmen etkisi yadsınamaz. serinin birazda yabancı olana karşı duyduğumuz korkular üzerinden hareket ettiği gerçeği etkisi bu filmde her ne kadar farklı bir hal almaya başlasa da, özellikle Ripley 'in bu noktada gösterdiği tavırda bizim bu içgüdüsel korku karşısında aldığımız tavrı net şekilde gözler önüne seriyor...
(ripley, call 'ın android olduğunu anladıktan sonra):
-Bilmeliydim. hiç bir insan, bu denli insancıl değil...

13 Temmuz 2015 Pazartesi

COBRA

1986 yapımı Sylvester Stallone filmi. Yönetmeni ilk Rambo filminin de yönetmeni George P. Cosmatos 'muş. 

Akılda Stallone ‘nin kullandığı 1950 Mercury Monterey, gene Stallone ‘nin Ray Ban ve Mp5 çakması gözlük silah ikilisi ve Brigitte Nielsen ‘le kalan film. Stallone ‘nin koca gözlükleri ve bebek edasıyla göğsünde tuttuğu silahıyla verdiği pozu hala oto sanayi sitelerinde ki dükkanlarda görebilirsiniz heralde.

Hitchcock vari bir banyoda sıkıştırılması sahnesi, kara film edasıyla karşımıza çıkan polis merkezindeki ofis muhabbetleri, canım Mercury ‘nin hacamat olduğu uzun bir kovalamaca sahnesi ve o kovalamada alevlerin arasından çıkan arabanın ikonik resmi gibi klişe film sahnelerinin olduğu, kapalı mekanlardaki kovalamaca sahnelerinde kullanılan boktan müzik, dandik figürasyon ve kötü oyunculuklar nedeniyle bir türlü istediği gerilimi yaratamayan bir film aynı zamanda.

Bunların parça parça sayılabiliyor olması bile filmin yönetmenlik tarafında biraz aceleye getirildiği kanısı yaratmıyor değil aslında, ki ortada konu – senaryo diyebileceğimiz bir şeyler de yok. Bildiğin ortalama altı aksiyon filmi, ancak ikonik karakterler kurtarıyor işte filmi. 

bir de devamlılık sıkıntısı var herhalde, bir ara alevlerin içine gri dalan pikabın kırmızı çıktığını gördüm sanki...

RISE OF THE PLANET OF THE APES

Maymunlar Cehennemi: Başlangıç



68 yılında çekilen ilk film Amerikalı 'nın muhtemelen o dönemlerde yaşadığı "komunist istilası" korkusundan beslendiği için etkileyici, ancak modası geçmiş alt metnini okuması sıkıcı olduğu için bence bugün o etkileyiciliğini kaybetmiş bir film. Bunu birde alıp 2000 lerde yeniden çekmekte epic faildir kanımca. Hele ki Tim Burton, o efsane sonu öyle bir punduna getirip gösteriyor ki, resmen "e film bitti hadi dağılın" denmiş gibi hissetmiştim, sonu da film kadar fiyaskoydu kanımca. 

Bilmiyorum, belkide ben bütün olayı yanlış değerlendiriyorumdur. 
Ancak bu film öyle değil, Cesar 'ın evrilişini öyle bir gösteriyor ki film, iki dakika bile sıkmıyor. 

Bir zamanlar filmler uzaylı istilası üzerinden insanların korkularını gösterirken, The Terminator, The Matrix gibi gişe başarısı olan filmler hep insanın kendi sonunu kendi getirecek, makineler dünyayı ele geçirecek temasıyla gidiyor bunun üzerine. İnsanın I am Legend falan izlerken irkilmemesi mümkün mü mesela? Rise of the Planet of the Apes ‘de aynı çizgiden gidiyor sanıyorum. Bu sefer makineler yok belki, makineler yerine bir canlı var ama, gene insan elinden çıkma bir sona hazırlandığımızı hissettiriyor film. Bu açıdan, son derece başarılı bir film. Belki kalite standartım aşağılarda olduğundandır ancak görsel efekt - cgi durumu da ne kadar kendini belli etse de sıkmadı beni. Zaten bildiğim kadarıyla Cesar 'ın hareketleri de Andy Sarkis 'den alınma, ki Gollum 'da ne kadar etkileyici olduğunu göstermişti, burada da filmin etkisini arttıran 1 numaralı faktör o.

Dediğim gibi filmin tüm anlattığı bir yana, Cesar 'ın evrimi hareket ve mimikleri ile birlikte o kadar güzel geçiyor ki perdeye, etkilenmemek elde değil. 

Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, belki ilk filmlerin anlattığı hikayeyi tümüyle yanlış değerlendirmiş olabilirim ama, eğer bu seriye bir devam filmi yada remake çekilecek ise, yapılması gereken film Tim Burton 'un ki değil, daha güncel bir alt metinden beslenen bu film olmalıydı başından beri.

HOT FUZZ

Sıkı Aynasızlar



Yönetmen Edgar Wright ve Simon Pegg / Nick Frost üçlüsünün, Shaun of the Dead sonrası çektikleri ve Shaun of the Dead 'de olduğu gibi bu kez polisiye / aksiyon film kalıpları ve klişeleri üzerinden dalga geçtikleri 2007 yapımı, harika ingiliz komedisi.

İkiliyi sevdiren Shaun of the Dead kadar başarılı olmasa da, aksiyonun durmaması sebebiyle gene kendini hiç sıkmadan izleten bir film.

Özellikle Nick Frost 'un Danny Butterman karakteri, beklenmeyen anlardaki enteresan çıkışları ve alışkanlıklarıyla baya bir güldürüyor.

IMDB notunun 7.9 olması zaten film ile ilgili fikir veriyor. Şahsi kanaatim; aksiyon,  hele ki İngiliz komedisi sevip de izlememek büyük kayıptır.

Filmin süprizi de Paddy Considine ve Martin Freeman, ki Freeman 'ın Shaun of the Dead 'de 30 saniye görünmüşlüğü vardı.

TEARS LAID IN EARTH

The 3rd and the Mortal


The 3rd and the Mortal grubunun 1994 de yayımlanmış ilk stüdyo albümüdür. Fazlasıyla iskandinav folk kültürü etkisinde kalmış albüm, yer yer progresif hava verse dahi, kolayca dinlenen, temposu nedeniyle kafa şişirmeyen tertemiz bir doom metal albümü. 

Albümün en güzel tarafı, şarkılarda müthiş vokalist Kari Rueslatten 'in vokali girdiği anda, tüm enstürmanların sesi keserek ona yer açması. Böylelikle vokali rahatça dinlerken, kafayı karıştıracak gürültü duymuyoruz. Prodüksiyon tarafı da bunu desteklerken, özellikle davul soundunu da, davulcuyu da çok sevdiğimi ekleyeyim. Riffler genelde benzer, ancak kafada kalıcı enteresan riffler duymak mümkün. Rifflerin dahi büyük çoğunluğu genel tavrı baltalamayacak kadar gürültüsüz ve derin - atmosferik. En değerli şarkısı Why So Lonely olmakla birlikte, bütün olarak mutlaka dinlenmesi gereken albümlerdendir benim adıma. 

Şarkılara da göz atmak gerekirse: 

Vandering sanıyorum norveç dilinde söylenen, yerel -folk- bir şarkı. Solist Kari Rueslatten 'ın enfes mezo soprano sesi dışında hiç bir enstürman bulunmayan, naif, sisli ve buhranlı bu şarkı aslında arkasından gelecek muhteşem Why So Lonely için, albümün atmosferinin belirleyici olması açısından intro kıvamında biraz da. Doom metal olarak kayıtlara geçmiş bir albümle folk birlikteliği ve muhteşem bir ses. 

Why So Lonely albümün en güzel şarkısı. Kari Rueslatten şarkıya girdiği anda, kendimi cennette gibi hissettiğim, aslında kulak tırmalayıcı ve düzensiz rifflerin vokalin melodisini bulandırdığı, lakin enstrümanların vokal girdiği anda durmasından dolayı uhrevi güzelliğini asla yitirmeyen ve o ağır atmosferini bölüm bölüm enstrüman ezgileriyle sürükleyen bir şarkı. Son derece naif ve dinlendirici solosuyla sizi parçaya bağlayan düzenlemesi, bas gitarın melodik gidişi ile naifliğini hep koruyor. En önemli nokta, vokali duyduğumuz anda tüm enstrümanların o dingin, harika sese yer açması ve aynı dinginliği koruması. 

Atupoema, Diablo 2 'den kopup gelmiş girişi, Kari Rueslatten 'ın sesiyle dingin başlayan, vokalin iniş çıkışları ve bas gitarın melodisi ile akan, yer yer girişte belirttiğim o Diablo 2 den kopup gelmiş, lakin çoğunluğu huzurlu rifflerle atmosferi güçlendiren bir şarkı. Bolca davul atağı ile etkisini arttıran -ki ataklardaki vuruşlar tek tek sayılacak kadar ağır, fakat güzeldir- , harika gitar solosu ile kapanan şarkı, gene ağır temposunda enstrümanların Kari 'nin sesini duymamıza izin veren kesmeleri ile güzelleşir. 
Albümü, şarkıyı dinleyen fazla kişi yoktur diye Diablo 2 örneğini verdim yazarken, ancak albümün çıkışı 1994. Yani Diablo 'nun çıkışına 2, diablo 2 'nin çıkışına 6 yıl var daha. yani herhangi bir esinlenme durumu yok. Sadece tanıdık bir benzetme olması açısından Diablo 2 'yi kullandım. Hem melodinin tanıdık gelmesi, hem de albümün ve oyunun atmosferinin benzerliği bu çağrışımı yaptırdı aslında. Hani albüm, tam da Diablo 2 oynarken dinlenebilirmiş misal. 

Death-Hymn, Kari Rueslatten 'ın vokal tekniği, ses rengi ve vokal melodisi ile gene kalbe dokunduğu, arada enfes gitar melodileri duyulan, davulun trampet ve crosslarla neredeyse riff tutturduğu ve böylece vokal yanında davul soundu ile de akılda kalıcı hale gelen, yer yer sertleşen fakat her seferinde dinginliği size geri veren bir şarkı. 

Shaman, zaten genel havası Norveç ( veya İskandinav ) folk melodileri ile bezeli doom metal albümünün, şarkının adına uygun şekilde şamanik vokal nidalarıyla yürüyen ve albümü iyice ilginçleştiren şarkısı. Bahsi geçen vokal melodisi , vokalist ablanın sesinin harikalığı neticesinde su gibi akar.

Trial Of Past uzak mesafeden olsa da progresife çalan gitar melodileri ile  ara ara Orion 'u da aklıma getiren, enstrümantal ve bu haliyle de görece sert bir şarkı.

Lengsel 3 saniyelik aralıklarla, muhtemelen bas gitarın tek notaya bastığı melodisi dışında, enstrüman olmayan ve sadece Kari Rueslatten 'in vokal yaptığı, gene muhtemeldir ki İskandinav folk kültüründen etkilenmiş bir şarkı.  Doom metal diye daldığınız albümde herhalde Norveç dilinde yazılmış bu tipte şarkılar atmosferi fena şekilde dolduruyor, olayı konsept albüm haline sokuyor. 

Salva Me oldukça sert rifflerle başlayan, lakin Kari Rueslatten 'in gene melodik vokaliyle yavaşlayan ve frontwomen in sesini duyduğumuz anlarda gene onu rahatça dinleyebilmemiz için enstrümanların vokale yer açtığı, oldukça güzel bas partisyonlarının yer aldığı bir şarkı. Gitar tınısı olarak albümde daha önce de duyduğum ve duyduğumda gene aklıma Diablo2 'yi getiren o mistik çınlama var.  Şarkı ara ara vokali de arkasına alarak sertleşiyor son bölümde. Ancak bu kısa bölüm, gene hızını keserek vokalin harika melodisi ve rahatça duyduğumuz bas gitarla şarkıyı sonlandırıyor. 

Song; Klavye, davul ve son derece güzel, aşırıya kaçmadan kulak dolgunluğu veren bas gitar partisyonları ile insanı neredeyse transa sokan oldukça uzun (yaklaşık iki buçuk dakika) girişinden sonra, transa Kari Rueslatten 'in enfes sesi ve molodisiyle devam eden şarkıda, albümün genel tavrı olarak tüm enstrümanların vokale yer açması öyle net ki, Kari 'nin "stop beating" ( 3:23 - 3:26 ) dedikten sonra uzunca nefes alıp verişini dahi, sanki vokal yapıyor, sözleri söylüyormuş gibi net duyabiliyorsunuz . Davulun ara ara duyduğumuz sert ve gürültülü tek vuruşları dahi şarkının uhrevi bütünlüğüne hizmet ederken, bas gitar sürekli melodiyi sessizce sürükleyen ve güzelleştiren enstrüman olmaya devam ediyor. 
Albümde  genel davul kullanımı tavrını en net duyabileceğimiz Song 'da buna en net örnekse 5:46 da yapılan atak. 

In Mist Shrouded albümün en sert şarkısıdır. Kari Rueslatten 'in vokali albüm genelinde olduğu gibi temiz ve uhrevi, lakin bu sefer enstrümanlar diğer şarkılarda olduğu gibi rahat söyleyebileceği alan bırakmamış durumda ve sert davul ve gitar riffleri arasında kalıyor. Şarkının genel tavrı bu sertlik olmakla birlikte, sonlara göre değişen ritmle birlikte ortalık gene duruluyor. 

Oceana hangi gamdan çaldığı belli olmayan gitarın rahatsız edici olmayan ama kulak tırmalayan! soloları ile bezeli, 20 dakikaya yakın uzunlukta bir şarkıdır. Şarkıyı sıkıcılıktan -uzunluğu sebebiyle- kurtaransa, yer yer sert, yer yer oldukça ağır giden, değişken ritmi. Bu, bazen şarkı bitmiş de yeni bir parça başlamış gibi bir farkındalık yaratıyor. Ve elbetteki Kari Rueslatten 'in sesi... Dikkati dağıtmayan bir diğer noktada şarkının progresife yakın yapısı. Şarkı özellikle sonlarda, davulun etkisiyle sertleşmektedir. 

RUST IN PEACE

MEGADETH


Albümün en güzel taraflarından birisi Nick Menza 'nın davulda döktürmesi albüm boyunca, eline her fırsat geçtiğinde. 
En sevdiğim Megadeth albümü olmakla birlikte, şarkılar : 

Holy Wars... The Punishment Due müthiş hızlı ve sağlam rifflere sahip, özellikle de bu konuda sözlerin girdiği ana kadar müzikal şölen yaşatan, mihenk taşı şarkı. Dave ‘in vokalde yakaladığı çok ufak nağmeler en azından benim keyfimi arttırırken, davul oryantal gitar melodisi gelene kadar döktürüyor. Çok tatlı, şarkının hikayesine uygun o oryantal melodi sonrası, power metale dokunan şarkı melodisi hep güçlü. Sololar benim adıma, söz konusu olan Megadeth olduğundan fena değil kategorisinde diyebilirdim ki, güçlü fakat ağır tempo tekrardan yerini trash e bıraktığında gelen solo gerçekten iyi. Davul, tüm şarkı boyunca işini kusursuz yapıyor bana kalırsa.

Hangar 18 şarkı değil de destan sanki. Harika bas gitar, davul ve son derece çekici rifflerle başlar, özellikle de bas gitar doldurur soundu. Rifflerin enfes bir hale büründüğü, aralarda hafiften nwobhm kokusu veren, son derece kompleks yapıda, ritmi değişken, sonlarda çıldırıp noktayı koyan, özellikle davulun söz ve solo olmayan kısımlarda kah aksağa, kah caz ruhlu vuruşlara kaçtığı, sololar arasında gürültülü tarzıyla yardırdığı bir şarkı. 

Take No Prisoners ağır punk hisli, bas gitar – davul şovu. Şarkının riffleri neredeyse bu ikilinin yakaladığı melodi. Özellikle davul çok acayip işler yapıyor. Bütün kurgu bunun üzerine diyebilirim hatta ve bas gitarda altında kalmıyor. Belkide enstrüman önceliği olarak, gitar – Dave – olmasa, Megadeth ‘den nasıl bir sonuç çıkacağının göstergesi bu şarkı. Cover yapılmış mıdır bilemiyorum da, davul ve bas gitar nedeniyle pek iyi sonuç vereceğini sanmıyorum. 

Five Magics girişte bas gitarla Orion a selam gönderen ve yaklaşık ilk iki dakikasını bu senfonik enstrümantal yapıda geçiren şarkıda, bu bölümde nefis bir de solosu var. Aslında şarkının enteresan yapısı, sözlerin girmesinden sonra kendisini gösterir.Öönce iki dizi söz gelir, ardından Marty nefis – ama kısa – sololar atar, sonra gene iki dize söz ve gene solocuklar. Böyle böyle dört tekrar yapar şarkı. Yaklaşık iki buçuk dakikası böyle giderken şarkının ritm kesildikten sonra ağırlaşan temposuyla bir Marty solosu daha duyarız. İki farklı tempo üzerine atılmış soloların  kalitesine laf söyleme imkanı yok, klasik Marty işte. Şarkının asıl bombası ise önce – let me be the protage of five magics – ve – give me alchemy , give me sorcery – sözlerinin arasında hafiften kulağa çalınan, fakat dördüncü dakikadan sonra parçanın altını dolduran davul ve bas gitar birlikteliği. Burada nefis bir sound tamamlama durumu var ki, özellikle kapanışta Dave 'in soloya girdiği bölümde tek söyleyebileceğim, davulcu ayıp etmiş olacaktır. ne çaldığını ben pek çözemiyorum açıkçası. Tüm bunlar ışığında söylemeliyim ki, gene trash 'ın altın madalyalı şarkılarından birisidir . 

Poison Was the Cure ağır şekilde Motorhead çağrışımı yapan, güzel rifflere sahip, kulağın bas gitara doyduğu, soloyla birlikte davulun coştuğu, süratli ve gazlı bir şarkı. 

Lucretia o Dream Theater kokan solonun marty ‘e ait olduğunu düşündüğüm girişiyle çok keyifli başlayan, aynı hazzı ilk bir dakika sonunda tekrar, sonraki bir dakika sonrasında da tekrar tekrar yaşatarak aynı ruhta ki solosu ile insanı melodik yapısına hayran bıraktıran şarkı. 

Tornado of Souls son derece güzel bir davul atağından sonra harika bir solo barındıran, sonrasında sanki bu soloyu alıp riff haline getirerek gönüllere taht kurmayı amaçlayan şarkı. Dave ‘in vokal tekniği, kayıttaki ses rengi, özellikle de "tornado" diyişi çok güzeldir. Hele ki ikinci solo öncesi gitarların ritmde çiftleyip tutturduğu bir hava var ki, benzerini yapacak grup azdır. Yapabileceklere örnek, Maiden mesela. Zaten o bölümlerde davul ve bas gitarın yakaladığı sound, gitarlar falan, kim diye sorsanız, yekten Iron bile denilebilir vokalsiz haline, ki ikinci soloda bu ruhu korumaya devam eder. Şarkının özellikle son bir dakikasında, bas gitar coşmaktadır bu arada. 

Dawn Patrol 'da Ellefson, Tornado of Souls 'un sonunda gazı almışken devam etsin denmiş sanıyorum. Kısa, ama dinlenesidir. Dave ‘in sesini bir daha böyle duyma imkanı da yoktur sanırım. Ve ritm, "The God That Failed" neredeyse... Metallica tarafında bir esinlenme söz konusu mudur bilemiyorum ama, benzerlik kaçınılmaz. 

Rust in Peace 'de davulla girer şarkı. Benzetmek, bir imaj oluşmasını sağlamak gerekirse, Cavalera (Sepultura) gibi. Hele ki gitarda işin içine girince iyice sağlam bir şarkıya dönüşür. Riffler hep değişir ama davul hep hayvan gibi devam eder, arkada çok acayip işler çevirir bası da arkasına alarak. Dave 'in yakaladığı da müthiş bir ses rengi ve vokal tekniği vardır.

...AND JUSTICE FOR ALL

METALLICA


Atmosferi Ride The Lightnin ve Master Of Puppets 'dan daha ağır bir albüm olmakla birlikte, her ikisinden de hız olarak biraz daha geride, ancak enstrüman kullanımında ki ustalığın ve şarkıların kompleks yapılarının daha fazla kulak doldurduğu bir albüm. Öncüllerinden bu açıdan değerlendirildiğinde daha iyi olarak nitelendirilebilir ama, bu üç albümü de aslında konsept bir çalışma olarak görmek mümkün. Efsanenin şarkılarına göz atmak gerekirse:  

Blackened: Arkada yakışıklı trash rifflerinin kullanıldığı parçanın güzel tarafı hetfield 'in tek-tek söylemesinin ardından koronun sözleri tekrar ettiği bölümdür. Şöyleki:
opposition - hetfield
opposition - koro
contradiction - hetfield
contradiction - koro
premonition - hetfield
premonition - koro
Elbetteki her kelimenin sonunu Hetfield kendine has tarzıyla uzatır. vayolaşaoooaaaa....

Şarkının introdan sözlerin başladığı kısma kadarı tamda headbange uygun riff ve davullarla geçerken, şarkı ara ara hızını kesse de agresifliğini her daim koruyor. Solosu sonlarda kendisini toparlasa da, ben pek sevememişimdir bu kuvvetli parçada çalan soloyu bir türlü .

...And Justice For All, sözler girene kadar son derece güzel ve unutulmaz bir senfoni. Gene en bilinen Metallica melodilerinden birisi. Ulrich 'in davul partisyonları, eleştirilmesini geçiyorum, neden bu kadar hatırı sayılır bir adam olduğunun kanıtı, son derece yaratıcı. Gitar riffleri elbetteki harika. Davulda tek bir gereksiz atak, geçiş yok bence. İlk solo Blackened 'i hatırlatsa da bu kez fena yakışıyor şarkıya. Solodan sonra giren, ritm atlayan ve düşük tempoyla giden ve şarkının en güzel bölümünde, riffler yaratıcılığın tavanında. sonrasında da vokal, ses rengi tam oturmuş şekilde devam eder.

One, Metallica 'nın ilk video klip çektiği şarkı. Bu şarkıya gelene kadar, yanılmıyorsam ticari olacağını düşündüklerinden video klip çekmemişler. şahsı nazarımda en başarılı Metallica parçalarından da birisi elbette. 
Söz ve müzikalite bir yana, yaratıcılığın doruklarında gezen, gitar rifflerinin ve davul partisyonlarının yaratıcılıkta top yaptığı, kendi tarihinin en iyi sololarından birisine sahip senfoni. Bu kadar agresif iken, bu kadar yaratıcı ve yüksek kaliteyken, en kötü tarafı kısa kalması. Metallica neden bu kadar iyinin cevaplarından birisi.

The Shortest Straw, albümün en iyi davul performansı, benimde albümde dinlerken en keyif aldığım şarkı. Ulrich hakkında fazlaca atılıp tutulan bir adam ama, hiç bir şey herifin beklenmedik anlarda beklenmedik işler yapan yaratıcı bir davulcu olduğu gerçeğini değiştirmez bana kalırsa. Misal bu şarkıda da iki kez, farklı anlarda cowbell kullanıyor. Çok ufak bir detay belki ama, çok büyük bir güzellik ve tat katıyor işte şarkıya. 
Şarkıda kaç riff kullanılıyor, dinlerken hesap yapmak lazım. Müthiş gazlı ve yaratıcılığın tavan yaptığı bir şarkıdır, trash metal dersidir. Altı buçuk  dakikalık şarkı tamamen Ulrich 'in davul şovu aynı zamanda. muhteşem ritm geçişleri, yaratıcı zil kullanımı, ataklar...
Yaratıcı dedim ya. solosu enfestir ve gitardan mermi sesi çıkarmak nasıl bir kafadır mesela? inanılmazdır o anlar.
Cowbell' lerin  ilki için 2:21
Gitardan çıkan mermi sesi için 4:24
İkinci cowbell için 5:39
Harvester Of Sorrow 'da gene akıldan çıkmayan, unutulmaz bir giriş ve intro. nefis riffleri vardır normal olarak.
Benim 91 black albüm sounduna yakın bulduğum hatta Sad But True ile organik bağı olduğuna inandığım, girişten sözlerin girdiği bölüme kadar Ulrich 'in özellikle crosslarla yaratıcı işler yaptığı, zaten şarkı boyunca elinin kolunun rahat durmadığı şarkı. Ağır lakin boyun incitici... Girişinde derinlerden gelen ulumalarında gizemi arttırdığını eklemek lazım.

The Frayed End Of Sanity, ilk solo öncesinde melodinin yükseldikçe hadi artık dayanamıyom dedirttiği, ikinci solonun ağlattığı, davulun albüm genelinde ki gibi şova koştuğu, gazlı ve güzel rifflere sahip, sadece davul için dahi tekrar tekrar dinlenebilecek şarkıdır.
4.02 - 4.04 arası çok tatlı, çıplak bir davul atağı vardır. ilk solo öncesi ve bahsettiğim bu atak öncesi gitarların beraber sürüklediği senfonik ritm de riffler gene destansıdır.

To Live Is To Die enstrümantal demeye dilimin varmadığı senfoni. Evet, son iki dakikası gibi sözler var, lakin mırıldanma gibidir ve bu dinlenilen müziğin senfoni kıvamında bir enstrümantal olduğunu değiştirmiyor. Ağıt kıvamında...
Güzel bir James Bond film adı olabilirmiş, yaşamak ölmektir.

Dyers Eve çok hızlı , Ulrich 'in gene ufaktan da olsa şova koştuğu, rifflerin pek albüm genelindekilerle uyuşmadığını düşündüğüm, lakin ritm geçişleriyle şaşırtan bir şarkı. Şarkının hayvani hızına yakışan hayvani birde solosu vardır. Çok hızlı dedim ama, öyle headbang yapılabilecek bir hız da değil bu, daha da hızlı.

RIVERWORLD



Son derece yaratıcı ve iyi bir fikirden yola çıkılarak çekilmiş bir film. Okumadım, ancak hareket noktası Philip Jose Farmer 'in aynı adlı romanı. 

Günün birinde her biri farklı zaman dilimlerinden gelen, ki içlerinde tarihi karakterler ve uzaylılar da var tiplerin, aynı anda Riverworld denilen bir gezegende reenkarne olması ve gezegenin diğer sakinlerinin (ki biraz barbar arkadaşlar) elinden kurtulmak için verdiği özgürlük mücadelesini konu alan bir film. 

İlk yarısında, hikayenin ilginçliği ile de kendini izleten, tarihi karakterlerin  (Nero, Flavius) karşınıza çıktığı bir kaç sahnede sizi şaşırtmayı da başaran bir film. Tabi bu ısınma turundan sonra, iş av - avcı hikayesine dönünce ilginçliğini yitirmeye başlıyor. Genelde show tv gece kuşağında rastlayabileceğiniz filmlerden. hikayenin güzelliği nedeniyle oturup izlenebilir, her filmi izleyenlerdenseniz. Ancak onun ötesinde zaman kaybı hissi yaratabilir. Sinema değil de, televizyon için çekilmiş bir film bu arada.  2-3 bölümlük dizi tadında. 

KAKIHARA

Ichi The Killer 'dan, bir garip Kakihara...


Ichi the Killer ( Koroshiya 1) filminin önce sadizmin sınırlarında gezdiğini gördüğümüz, sonrasında mazoşist yanıyla karşılaştığımız, bir ara bize otoseksüel mazoşist yanını da gösteren, sinemanın en akıl alıcı işkence tekniklerini sahneleyen, uçlarda gezen karakteri. 

Sadizm ve mazoşizm tam da olması gerektiği gibi birbirini tamamlar Kakihara 'nın benliğinde. 
Çok zorlarsanız, Suzuki 'ye yersiz yere yaptığı işkence sonrası tatlıyı! çok sevdiği için zevk organım dediği dilini keserken çektiği acının sembolizmini, Anjo 'nun yokluğundan duyduğu pişmanlığı göstermek, suçluluk duygusunu hafifletmek için kendini hadım etmesi olarak bile görebilirsiniz. Böylesine bağlıdır Anjo 'ya ve onun yaptıklarının kendisine ifade ettiklerine. 

Patronunun kendisine çektirdiği acıdan hoşlanmasının arka planında nasıl bir suçluluk duygusu vardır bilinmez ama, onun sadomazoşist kişiliğinin otorite yanlısı açlığını bastıracak kişi olarak, katıksız, %100 sadist olduğunu düşündüğü Ichi 'yi görmeye başlar zaman geçtikçe. 

Ichi 'nin karşısındakinin çektiği acıyı düşünmeden yaptığı katliamlar, tam da Kakihara 'nın aradığı tutkudur.

HIGHWAY TO HELL

AC/DC


1979 çıkışlı albümün popüler kültüre katkılarından birisi Highway to Hell ve If You Want Blood parçalarının Iron Man 2, Touch Too Much 'ın 2010 da çıkan Grand Theft Auto: The Lost and Damned soundtracklarında yer almasıdır. özellikle Night Prowler ve Highway to Hell, defalarca dinlenesi şarkılardır. 
Albümde yer alan parçalar : 

Beating Around the Bush, rock n roll dan devşirme haliyle Bon Ccott 'u, Brian Johnson 'un şimdiki halinin clean vokali gibi düşünebileceğiniz, soloda gitarın dile gelip vokali devraldığı bir parça. 

Walk All Over You, gene rock n roll kokulu ve saf AC/DC soundunu duyabilceğiniz, kıpır kıpır bir parça. Muhtemelen diğer grup üyelerinin oluşturduğu koronun katıldığı nakarat son derece nostaljiktir. Solo gene çıldırtıcı ve yaratıcı bir sihirbazlık gösterisi. 

Nigth Prowler, Bon Scott vokalinin ve AC/DC soundunun zirve yaptığı parça. Her ne kadar blues yorumu gibi dursa ve ortalama altı kaldığını düşünsemde gitar solosu şarkının genel yapısına uygun. Ancak hiç bir şey bu şarkının mükemmeliğinin önüne geçemez. 

If You Want Blood, ilk anda Brian Johnson söylüyormuş sanabileceğiniz, bilindik AC/DC riffleriyle bezeli ve vokalin gücünün hissedildiği bir şarkı. 

Girls Got Rhythm, kulağa tanıdık gelecek, bilindik AC/DC sounduna sahip bir şarkı. 

Shot Down in Flames albümdeki iyi parçalardan. bas gitarın en net hissedildiği ve güzel bir ritme sahip, ritm gitarın arkada bilindik AC/DC soundunu çaldığı, son derece tatlı bir soloya giriş kısmının yer aldığı parça. 

Get It Hot, basın sürüklediği farklı ritmiyle güzel bir parça. 

Love Hungry Man, vokal renginin en farklı olduğu, bas gitar etkisiyle cream kokan ve benim daha progresif bulduğum ve ac dc soundu dışında olarak değerlendirebileceğim bir parça. 

Highway to Hell, dünden bugüne AC/DC soundunu ve ritmini kaset şeridi gibi kulaklarınızdan geçiren, gitar riffleriyle, vokalle, nakaratın parçada yer bulma şekliyle ve içinize işleyen vokal arkasındaki gitar tonuyla gelmiş geçmiş en ünlü AC/DC parçalarından birisi, muhteşem bir marş. 

Touch Too Much, gitarın cayır cayır yaktığı solosuyla farkını iyice hissettiren ancak Tina Turner parçası gibi duran, genel kalıbın dışında, ancak en sevilen AC/DC parçalarından birisi elbette.