9 Ağustos 2016 Salı

BATMAN: THE DARK KNIGHT RETURNS, PART 1

Frank Miller'ın hikayesi Kara Şövalye'nin ilk bölümü karşımızda


Frank Miller‘ın, hikayesiyle çizgi roman tarihine geçmiş muhteşem yapıtı Batman: The Dark Knight Returns‘un animasyon uyarlaması iki parça ve ilki başlangıcıyla, ikincisi ise bütün hikayesi ile “en iyi” sıfatını almayı gerçekten hak ediyor. Bruce Wayne‘in on yıldır batman olarak piyasada gözükmediği, belkide orta yaş bunalımı yaşamaya başladığı, hatta artık bıyık bırakıp torun tombalak sahibi dede imajı verdiği animasyonun, girişteki otomobil yarışı sahnesi, her şeye rağmen hala Wayne‘in mücadeleci kişiliğini kaybetmediğini, merhamete sahip olmadığını, hırsını, yenilgiye tahammülsüzlüğünü, kazanmak için sınırları zorlayacağını ve heyecana aç olduğunu bize çabukça hatırlatıyor, ki kendisi de Gordon ile konuşurken bunu “kan akışımı hızlandırıyor” diye açıklıyor. Bununla birlikte surat ifadesi kadar, Gordon kendi adına emekliliği için kadeh kaldırdığında ona karşılık vermemesinden de durumundan hoşnut olmadığını anlıyoruz. Değerlendirmeyi yaparken, Wayne‘in aslında tüm savaşlarını kendi ruhundaki açlığını da bastırmak için yaptığını, bir kez daha anlıyoruz. Bu açıdan karaktere kattığı derinlik manasında da boş bir animasyon değil kesinlikle, ki hikayenin arkasındaki ismin Frank Miller olması zaten kafada soru işareti bırakmıyor. Hatta, çizgi romana kıyasla, animasyonun karakter derinliği tarafında eksik bile kaldığını eklemek lazım.

Bu arada, Gotham mutantlar adı verilen bir çetenin istilası altındadır ve şiddet baş ağrıtıcı bir hal almaya başlamıştır. hatta, mutant çetesinin yarattığı şiddet için bir iki kez “Joker ‘den bu yana görülmüş en kötü suçlular” olarak bahsediliyor.

İşte böyle başlıyor animasyon, on yıldır piyasada gözükmeyen, Batman yanını bastıramayan, Bruce Wayne kabuğuna hapsolmuş yaşlı ve aksi, içinde fırtınalar koptuğuna emin olduğumuz bir adam ile karşılaşıyor, onun hikayesine tanık oluyoruz.

Animasyonun hemen başında geçen bu sahnelerde, Nolan ‘ın kara şövalye felsefesinde de karşılaştığımız tespitler var.  Aslında kara şövalye bir kahramandan çok, bir bekçidir Gotham için, geçici bir stepne. Gotham, kendi kaderini belirlemeye başladığında, maskesini çıkarıp, pelerinini asar kara şövalye. Bunu açık eden çok önemli bir cümle sarf ediyor Wayne, Gotham ‘ın başına bela olan Mutant Çetesi‘nin yaşattığı vahşet ile ilgili olarak:
"-insanlar pes etti jim. saklanıyorlar ve görmezden geliyorlar."
Çizgi film ilerlerken bir yandan da gelecek olan Batman mitine (evet, animasyon kadar gelecek olan filmden de bahsediyorum) hazırlıyor aslında sizi. rastgele vahşet yaptıklarından bahsedilen mutant çetesinden bir grubun (aslında 2 kişi), sokakta wayne‘i köşeye sıkıştırdıklarında bruce wayne‘in aslında ne kadar heybetli ve iri kıyım olduğuna tanık oluyoruz. (bkz. Batman v Superman: Dawn Of Justice'de karşılaştığımız Bruce Wayne)

Gece yarısı uyurken beyaz tavşanın peşinden koştuğu bir kabus gören Wayne‘nin mağaraya indiğini görüyoruz bir sahnede. Marağarada arkası dönüktür sürekli, suratı gözükmez ta ki seslere uyanan Alfred‘in ne olduğunu kontrol için mağaraya indiğinde “ne zaman  traş oldunuz” diye sormasıyla şaşkınlıkla elini bıyıklarına götürüp, artık orada olmadıklarını fark ettiği ana kadar. Evet, bu sahneye kadar bıyıklı, yaşlı bir Bruce Wayne vardır karşımızda... Ama mağarada tamamen çatlar o içine hapsolduğu kabuk kara şövalye'nin.

Karşılaştığımız Batman profili eşsiz
Tüm bunlar yaşanırken, estetik ameliyatla suratını düzelttiren ve Wayne‘in desteği ile taburcu olup normal yaşamına döneceği sinyalleri veren, ancak sonrasında ortadan kaybolan Harvey Dent dahil oluyor akışa. Bunu da yaşayınca, en sonunda televizyonda Gotham‘da yaşananlarla ilgili haberleri izleyip sıtkı sıyrılan ve kanal değiştirirken “The Mask of Zorro” ya denk gelen Wayne‘in gemileri yaktığına şahit oluyoruz. Evet, Wayne ailesini kaybettiği gece de sinemadan, “The Mask of Zorro” dan çıkmıştır. Trajedisi ile tekrar yüzleşmek zorunda kalan Wayne, Batman‘i yenememiş, bastıramamıştır. Kara şövalye dönmüştür artık. Kabuk tamamen parçalanmıştır. (dip not:  batman karakterinin ortaya çıkışında da zorro ‘dan esinlenildiğini gibi bir bilgi kalmış aklımda, bvs'de ise söz konusu gecede sinemada gösterilen film exalibur olarka gözüküyor)

Eklemem lazım ki, günümüzde animasyonlar ne kadar şaşırtıcı gerçekliğe sahip olsa da çizim kalitesi olarak, bizim elimizde bir Final Fantasy veya Shrek yok, hiç de olmadı zaten. Ancak atmosfer olarak, buram buram “Dark Knight” kokan muhteşem bir film bulunuyor. şöyle örnek vereyim. Batman karanlıkta Mutant Çetesi'nin bir kaçını avlar, ama biz onu göremeyiz karanlıklar içinde. Ta ki gökyüzünde şimşek çakıp bir anlığına ortalık aydınlandığında, kuytu bir köşede devasa ve heybetli yarasa silüetini ve maskenin ardından bembeyaz parlayan bir çift sinsi, sinirli göz belirene kadar. İşte bu dahi, örneğini verdiğim animasyonların dışında bir kulvara taşıyor eldekini. Süper kahraman mitlerini seviyorsanız, etkileyicilik kesinlikle bu olacaktır sizin içinde.

Tekrar kara şövalyenin sokaklara dönmesi mevzusuna değinmek gerekirse, ne kadar maskenin arkasında olsa da, aslında gerçek kimliğinin Batman‘e dönüştüğünü vurgulamak lazım Wayne‘in. 10 yıl ortalıkta gözükmese de, aynen estetik sonrası yüzü tamamen düzeltildiği halde kendisini yaralı yüz olarak görmeye devam eden, ruhunu kabuğu ile bütünleştiren ve o kabuğu olduğu gibi kabul eden Harvey Dent gibi. Superman 'ın Clark Kent 'in gizli kimliği olmasından ziyade, Bruce Wayne kara şövalyenin gizli kimliğidir. Kafanızda hep bu fikir dönecek animasyon boyunca.

Harvey Dent ile yaptığı şu diyalogda olduğu gibi...
-kes şunu. sadece yüzüme bak ve dalganı geç. dalga geç haydi. en azından artık her iki tarafta uyuşuyor değil mi? bana bakıp dalganı geç. kimi kandırıyoruz ki? beni düzeltemezlerdi. kim olduğumu hiçbir şey değiştiremez.-her ikimizide...
Batman‘ın dönüşü ile birlikte insanların ikiye bölünmeye başladığını, mağdur hakları gibi derneklerin Batman'e karşı yeni yaptırımlar uygulanmasını talep ettiklerini de eklemek lazım, ki bu öncelikle animasyonun ikinci bölümüne, muhtemelen de ucu Batman v Superman: Dawn of Justice varacak bir detay. Alt metinde Miller'ın verdiği mesajlarda böyle böyle göstermekte kendisini. 

Alışık olmadığımız bir Bruce Wayne ile karşılaşıyoruz
Bu noktada minik bir es vermek ve Batman‘in seslendirmesine değinmek lazım. Dublajı yapan Peter Weller (Robocop) nasıl bir dijital müdahale yapıldı, yapıldı mı yapılmadı mı bilemiyorum ama duyacağınız en iyi kara şövalye sesi bu animasyonda. Son derece tok, heybetli, karizmatik, kendinden emin, kısacası epik bir tını. Bunun elbet direk fark edilen katkıları var. Uzun süre ortalarda olmayan yarasa adam karanlıklar içinde konuşmaya başladığında zaten çizimleri ile “karanlık” bir atmosfer yaratmayı başaran animasyon, çok daha derin bir havaya bürünüyor, elinizde çok daha heroic bir karakter oluyor. şöyle bir diyaloğun, bahsettiğim türde epik ve heroic bir ses tonuyla, tane tane gerçekleştiğini hayal edin:
-kim olduğumu biliyor musun? ben senin en kötü kabusunum. çığlık çığlığa anneni çağırdığın türden.
Çizimlerde de, bundan sonraki Batman Ben Affleck ile birlikte başrolü paylaşacak dediğimiz o abartılı “çene”  görününce, taşlar yerine oturuyor aslında. Evet, Batman V Superman'ın dayanak noktalarından birisi bu hikaye. 

Hikayeye dönmek gerekirse, denklemden çıkan Harvey Dent sonrası dedektiflik yetileri sayesinde, mutantlara silah sattığını öğrendiği generalle kendi yöntemleri ile hesabını kapatan Batman, bir savaş başlatacak kadar silah toparlamış mutantlarla da hesabını kapatmaya karar verir. Mesajı da kısa ve nettir:
-mutantlar! teslim olun, veya sizi yok edeceğim. 
Gelelim hikayenin Robin kısmına. Nasıl bir motivasyonla Robin olmaya karar verdiğine tam anlam verecek fırsatı bize vermese de hikaye, oldukça duygusal ve güçlü bir karşılaşma oluyor Batman ve Robin arasında, ki Robin ilk elden batman ‘in hayatını kurtarınca bu cesareti karşılıksız bırakmıyor Batman ve ortaklık başlamış oluyor. Robin‘in umarsız cesareti, sempatikliğini arttıran etkenlerden birisi.

Batman işini sadece kaba kuvvetle çözen bir kahraman değil elbette. Neredeyse her hareketi, üzerinde çalışılmış örülü planlar. Mutantlarla ilgili sıkıntıyı çözmeye karar verdiğinde de bu mitin doğruluğunu gösteriyor bize. Bunun yanında, Gordon'da bu mitin arka planında kara şövalye 'nin neden bu kadar önemli olduğunu anlattığı bölüm geliyor. tüm bu sahneler, ikinci bölümde karşılaşacağımız hatta filme taşacak bazı "sıkıntıların" da, istenmeyen adam Batman kavramının da, arka planını oluşturmakta.

İşin mutant çetesi ile mücadele tarafında sayıları binleri bulan çete üyelerini ortadan kaldırma olanağı olmadığının farkında olan batman, durumu şöyle özetliyor Gordon ‘a:
-...hepsini tutuklayıp elinde tutamazsın. bu işe son vermenin tek yolu onları yenmek. küçük düşürmek.
Buradaki stratejik derinliğe anlam verebilmek için aslında Gordon‘un emekliliği sonrası yerine geçecek başkomiser Yindel ile yaptığı 2. dünya savaşı muhabbeti de yol gösterici olacaktır:
-..sonra başkan roosevelt ‘in radyodaki konuşmasını duyduk. sesi güçlü ve kendinden emin geliyordu. korkumuzu alıp yerine savaşma ruhu koydu. ( kara şövalye ‘nin yaptığı gibi ) savaşı onun sayesinde kazandık. yıllar sonra bir rapor ortaya çıktı. roosevelt   pearl harbour ‘un olacağını biliyormuş ve olmasına göz yummuş. günlerce kafamda döndü durdu bu fikir. böyle bir şey gerçekse ne kadar korkunç olurdu. ama bizi savaşa sokan bu olaydı. pek çok insan öldü. ama sonuçta milyonlarcasını kurtardı. bir süre böyle gidip geldim. sonunda fark ettim ki bu mesele benim karar veremeyeceğim kadar büyüktü. roosevelt çok büyüktü.
Şimdi gelelim tüm bunların birleştiği noktaya. Yani Batman‘ın küçük düşürmekten bahsettiği mutant çetesine. İlk karşılaşmasında neredeyse kendini öldürecek olan mutant çetesi liderinden son anda Robin‘in ortaya çıkıp yardım etmesi ile kurtulan Batman, bu kez şartları eşitlemek için kavgayı bir çamur gölüne çeker ve tüm çetenin olan biteni izlemesini sağlar. Rakibinin gençliğinin verdiği dinamizme karşı zekasını kullanan, çamurun yavaşlatıcı etkisiyle yaşlılığın getirdiği hantallığın rakibi karşısındaki handikapını ortadan kaldıran kara şövalye, elbetteki sonuca ulaşır.
- burası çamur çukuru değil evlat. ameliyat masası. ve ben de, cerrahım...
Böyle böyle giden muhteşem bir animasyon eldeki. Karanlık atmosferi yanında, Batman mitine yaptığı bu yüceltici diyaloglar nedeniyle de kendisini sevdiren bir animasyon. İkincisini izleyene kadar da bu kulvardaki en iyi iş olduğunu düşünceğinize emin olabilirsiniz. Batman v Superman: Dawn of Justice hikayesine yaptığı katkı nedeniyle de mutlaka izlenmesi gereken bir animasyon eğer çizgi romanını okumadıysanız.

8 Ağustos 2016 Pazartesi

BATMAN V SUPERMAN: DAWN OF JUSTICE

Batman v Superman: Adaletin Şafağı


Zack Snyder stüdyo müdahalelerine rağmen epik bir süper kahraman hikayesi ortaya çıkartmayı başarmış görünüyor


Filmin sinema gösterimini izledikten sonra yazdığım, biraz da taraflı bir değerlendirme yazısı muhtemelen okuyacaklarınız. Bunun birkaç nedeni var. İlki, DC evreninin, özellikle de Batman ve Superman 'ın, Marvel evrenindeki herhangi bir süper kahramandan daha fazla derinlğe sahip karakterler olduğunu düşünüyor olmam. Bir diğer nedense, sinema dili olarak Zack Snyder‘ın çektiği Man of Steel‘i de oldukça beğenmiş ve Ang Lee‘nin ve Hulk‘undan sonra ilk kez bir süper kahraman filmini baş tacı etmiş olmam. 

Bu noktada, filmin en büyük dezavantajı, öncelikle karşısında tür filmlerinin DC tarafında kaderini de bir nebze olsa belirlediğini, en azından aşılması gereken bir eşik olarak karşısına çıktığını düşündüğüm Nolan ‘ın kara şövalye üçlemesinin ve Marvel'in sinematik evreninin başarısı. Kendi adıma, Nolan üçlemesiyle ilgili hep arada kaldığımı belirtmeliyim. İlk film benim için ortalama düzeydeydi. Son film ise, ilk iki filmin yanında daha fazla "süper kahraman" filmi görünmekle beraber aksayan bir çok noktasını Bane, dolayısıyla da Tom Hardy‘nin performansıyla kapatmıştı. Olayı kopartan film ise, elbetteki ikinci filmdi. Lakin; kurgu, hikaye, evrene bakışı, felsefesi (kara şövalye yorumu) yanında ikinci filmi de parlatan eşsiz Joker yorumuyla Heath Ledger olmuştu. Tüm bunların yanında, serinin aksayan en önemli yanı, bugün daha rahat görüyorum ki Christian Bale‘in yarattığı Batman olmuş benim adıma.

Sinemanın gördüğü belki de en iyi Batman, Ben Affleck
ve Superman'a itibarını geri kazandıran Henry Cavill
İşte, Zack Snyder‘ın ortaya koyduğu işin en parlak yanlarından biriside burada ortaya çıkıyor. Ben Affleck‘in Batman'i. Kuşkusuz ki karşımızda sinemanın en iyi Batman‘i var. Hem oyuncu performansı, hem yönetmen yorumu, hem de fiziksel şartlar olarak.

Peki nedir Affleck ve Snyder‘ın batman yorumunu bu kadar iyi yapan?
Öncelikle, filmin DC evrenini oldukça yakından takip ettiğini söylemeliyim. Yani bu filmi tam manasıyla izledim diyebilmek için geriye dönük çizgi roman ve animasyonlara da bir şekilde aşina olmak gerekli olabilir. Bunun iki nedeni var. Hem filmin kısa olmasından da kaynaklanan kurgu problemleri nedeniyle hikayenin akışında hissedilen aksamaları tamamlayabilmek, hem de ortaya çıkarılmak istenen Batman‘i anlayabilmek. Hatırlatmakta fayda var ki, karşımızda Alfred‘in de söylediği gibi ölmek için dahi yaşlanmış bir kara şövalye var. Bu noktada, Batman profilini, motivasyonunu ve hatta Superman ‘la olan kavgasını tam olarak anlayabilmek için filmin organik bağı olan iki DC macerasından Frank Miller‘ın The Dark Knight Returns macerasının mutlaka okunması gerektiğini söylemeliyim. Okumak istemeyen için, animasyonda yeterli olacaktır ki;
Batman: The Dark Knight Returns, Part 1
Batman: The Dark Knight Returns, Part 2

Yukarıda da belirttiğim gibi kendi adıma filmle ilgili ilk olumlu yargım bu oldu. DC evrenine, çizgi romanlara olan yakınlığı.

İşin Superman tarafına gelecek olursam, zaten Man Of Steel‘de de vurgulanan yarı tanrı olma durumu, bu filmde de devam etmekte. Hatta filmin başlarında, iyi ve kötünün ayrımına, din ve tanrı kavramları üzerinden yapılan basit göndermelerde ısınma turlarını tamamlayan etmenler. Açıkçası, The New 52 dönemiyle birlikte başlayan Superman çizgisinde, yakın duracağım bir seri / macera bulamamışken, Snyder‘ın Man Of Steel ile birlikte işin bu tarafına da müthiş olumlu bir katkı yaptığını düşünüyorum. Ortaya çıkan Superman, kesinlikle uzun zamandır çizgi romanlarda göremediğim kadar iyi bir Superman. Hem Henry Cavill yorumuyla, hem insani tarafıyla, hem kusurlarıyla, hem de (en önemlisi) kusursuz yanlarıyla.

Nette karşılaştığım bir çok yorum, filmin hızlı kurgusunun hikaye akışında bir çok boşluğa neden olduğu yönündeydi. Özellikle Lex Luthor ve Superman cephesinde bu boşluk daha da fazla. Bu nedenle, filmin mutlaka Superman/Doomsday macerasının takip edilerek beslenmesi gerektiğini de eklemem lazım. Filmin organik bağı olduğunu söylediğim maceralardan bir diğeri olan Doomsday, her ne kadar Lex Luthor ile ilgili bazı soru işaretlerini gidermeye yetmese de, hikaye bütünlüğünün sağlanması adına önemli. Doomsday, özellikle de ikinci film için (superman ‘ın ölmesi gibi konularda) spoiler yedirecektir bu arada; eğer konuya aşina değilseniz. lakin, en azından ikinci filmde ne bekleyebileceğinize dair bazı güzel beklentilere de sokacaktır sizi. 

Doomsday macerasını takip etmek dahi Lex Luthor ile ilgili bazı soru işaretlerini gidermeye yetmeyecek dedim. Bunun nedeni filmin kısa süresinde, felsefi altyapısına bir çok hikayeyi yedirmeye çalışması. Burada, Luthor‘un motivasyonu ile ilgili, Batman‘ı da işin içine kattığından, baba kavramından gelen bazı karmaşıklıklar var, ki filmin ikinci bir izlemeye ve okumaya ihtiyaç duyuyor olması gerçeği ortaya çıkıyor bence bu aşamada. Kaldı ki, aynı sıkıntının Joker ‘in batman motivasyonu nedeniyle Nolan üçlemesinin ikinci filminde de yaşandığını düşünüyorum.

Eisneberg'in ortaya koyduğu Lex Luthor profili hiç fena değil
Filmin benim adıma bir diğer artısı da Jesse Eisenberg‘in yarattığı Lex Luthor profili oldu. Fazlasıyla Ledger / Joker‘i hatırlatıyor olsa da açıkçası Eisneberg ‘den bir başkası böyle bir Lex Luthor ortaya koysa, çok rahatsız bir kopya olarak algılanabilirdi. Ancak, tekrar söylemeliyim ki, oyuncu performansını da etkileyen motivasyonu anlayabilmek için, ultimate edititon'ın izlenmesi çok daha faydalı olacaktır.

Filmin negatif taraflarından birisi ise hızlıca geçilmiş Justice League göndermeleri oldu benim adıma. Ne yazık ki beklenen etkiyi, daha doğrusu “heyecanı” yaratamamış sahneler. Flash‘ı, Aquaman‘ı, Cyborg'u gördüğümüz sahneler sanki dizi havasında geçiştirilmiş. Oysaki, Flash gibi DC evrenini ters yüz etmiş, Aquaman gibi kadim karakterlerin bulunduğu sahnelerin bu kadar oldu bittiye getirilmemiş olması gerekirdi. Snyder ‘ın Man Of Steel‘de, Superman'ın ilk kez uçup ses duvarını deldiği sahnede olduğu gibi (ki bunu Smallville başladığından beri bekliyorduk) izleyenlerin wow efektleriyle karşılayacağı, heyecan duyacağı sahneler ortaya çıkarmasını bekliyordum. Zaten yeteri kadar karışık ve süreye sığmayan bir hikayeyi daha da karıştırmamak için bilinçli bir seçim yapılmış olma ihtimali de anlaşılabilir elbetteki. Bunun yanında, Özellikle Flash ve biraz da Aquaman için yapılan oyuncu seçimlerinin de başından beri oldukça hatalı olduğunu düşünüyorum. işin güzel taraflarından birisi de, Terminator 2: Judgement Day‘de Skynet‘in babası Miles Dyson rolündeki Joe Morton'un, Cyborg 'un da babası olarak karşıma çıkması oldu. Sanki ince düşünülmüş bir gönderme gibi geldi bana, tesadüf olsa dahi sevdim.

Filmle ilgili en büyük çekincelerimden birisi olan Wonder Woman konusunda ise içim rahatladı doğrusu. Hem karakterin ortaya çıkışının sona kalması, hem de Gal Gadot‘un performansı, kafa karıştırıcı aşk – meşk mevzularına girilmemesi, güzel olmuş. Amy Adams'ın varlığına rağmen de, filmin tamamen ter kokmasının önüne geçilmiş. 

Bir de Alfred mevzusu var elbette ki. Michael Caine her ne kadar hayran olduğum bir oyuncu olsa da, Jeremy Irons ile birlikte Alfred yorumunda da keskin bir dönüş olmuş. Baba şefkatine sahip, ağlatan bir Alfred‘den çok, Batman‘ın gerçek anlamda yardımcısı rolüne bürünmüş daha sert bir Alfred çıkıyor karşımıza. Açıkçası o daha iyi, bu daha iyi diye düşünmek istemedim hiç, benim için her ikisi de eşsiz doğrusu.

Görüp görülebilecek en iyi Batman karşınızda
Sadede gelmem gerekirse, filmin uzatılmış versiyonu "ultimate edition" ile birlikte yapılacak tekrar izleme sonrası yazacağım daha sağlıklı bir eleştiri olacaktır muhtemelen ama süper kahraman filmlerinde beğeni eğilimi farklı noktalarda olan benim için bu film bulunmaz bir nimet oldu. Man Of Steel‘i zaten baş tacı etmiştim ve bu filmde ondan farklı değil. Snyder ‘ın Man Of Steel‘de ortaya çıkardığı Superman, Henry Cavill ile birlikte oldukça tatmin ediciydi. Burada da Ben Affleck ile ortaya çıkan Batman, bence sinemanın gördüğü en iyi batman. 

5 Ağustos 2016 Cuma

CAPTAIN AMERICA: CIVIL WAR

Captain America: Civil War


Amerika'nın bir süper kahramana ihtiyacı var


Perdeye düşme tarihi nedeniyle ister istemez Batman v Superman ile karşılaştırılan, lakin şahsi kanaatimce onun yanında esamesi bile okunmayacak bir film. Aslında geceyle gündüz gibi farklı iki filmden /evrenden bahsediyoruz da, geleneği sürdüreyim dedim. Kaldı ki, ilk Kaptan Amerika, hatta Avengers'in bile arkasında kalmış bana kalırsa. Açık açık sıkıldım filmin ilk yarısında. Aynı olmamışlık hissini ilk Thor'da da yaşamıştım. Bunun kurtarır tarafı örümcek adam olmuş biraz da. Ortaya konmak istenen çekişme (Kaptan Amerika - Iron Man) derinlikten yoksun ve klişe bana kalırsa. Bu nedenle de filme bir türlü veremedim kendimi. 

Film,normal olarak birbirinin aynı Marvel filmlerinden bir diğeri, artık saat gibi işleyen formülün üstüne kurulmuş durumda. Bir ara filmi Avengers serisinden bir film sandım hatta. 

Son olarak, bilindik bir geyiği tekrar etmek gerekirse, sinema tarihindeki en iyi Cat Woman'da bu filmdeki olmuş, bravo DC(!)

FORBRYDELSEN

2007 senesinde başlayıp 2012 'de 3. sezon son bölümü yayımlanan danimarka dizisi. Gri atmosferi, konusunu işleyiş biçimiyle öyle güzel bağdaşmaktadır ki, polisiye diziden çok drama izler gibi alır götürür kendini. Bu havasıyla zamanın popüler dizileri arasındaki Battlestar Galactica'ya benzetiyorum ben kendisini. 

ilk 2 sezonda politika, dizinin fazlasıyla içinde, ancak siyasetçilerin birbirleri ile yarışma biçimleri Türkiye ile karşılaştırdığında biraz komik kalıyor. Adamların söylemleri, toplantıları, birbirlerinin önlerini tıkama girişimleri öyle ıvır  zıvır mevzular gibi görünüyor ki, kendine kendini inandıramıyor insan böyle bir siyaset biçimi olduğuna; demek ki demokrasi böyle oluyormuş...

Bu dizinin kardeşi hiç kuşkusuz ki Bron/Broen'dir. Sofie Grabol'un canlandırdığı Sarah Lund ve kazağı, dizinin ana karakteri ve aynı Bron/Broen'de karşımıza çıkan Saga gibi, arıza bir tip. Her ikisi de cafcaflı amerikan polisiyesinden sıkılan bünyelere ilaç gibi gelecektir. Zamanın da Luther izleyip de aynı tatta, farklı bir polisiye yorumu arayanların kaçırmaması gerekir. 

4 Ağustos 2016 Perşembe

RIDDICK

KÜLT KARAKTER RIDDICK GERİ DÖNDÜ


Pitch Black'te Vin Diesel'in yarattığı Riddick fenomeni, The Chronicles of Riddick'in ardından biraz daha özüne dönmüş şekilde devam ediyor. 

The Chronicles of Riddick'te daha büyük bir evrende, daha çetrefilli ve derin bir hikayeyle karşımıza çıkan Riddick, bu kez Pitch Black'dekine benzer bir yapıda, ancak bu kez çok daha abartılı bir anti kahraman profiliyle karşımızda. Riddick'in, bir noktada ayağında sektirdiği palayla kafa kesmesi gibi artık fazlasıyla abartıya kaçan profili ve hiçbir derinliği olmayan hikayenin basitliği dışında rahatsız ediciliği olmayan 2013 yapımı film, genede iyi vakit geçirtiyor.

2004 yapımı The Chronicles of Riddick izlediğim en iyi askiyon - bilim kurgulardan birisiydi. The Chronicles of Riddick 'deki yapının, hikayenin ve akışın tamamen terk edilmiş olması, iki filmin yapım maliyeti arasında 2,5 kat fark olması ve ikinci filmin gişede çakılmasıyla açıklanabilir muhtemelen. Bununla birlikte her iki filminde gişe başarısı arasında böyle bir uçurum yok. Yaratılan atmosfer açısından da serinin en zayıf halkası olduğunu düşündüğüm film, zayıf hikayesi, onu aktarma şekliyle ve zayıf -klişe- diyaloglarıyla değil de, aksiyon zevkiyle hatırlanacağından dolayı, önceki filmler gibi oturup vakit geçirmek için tekrar tekrar izlenebilecek durumda. 

2 Ağustos 2016 Salı

BRIDGE OF SPIES

CASUSLAR KÖPRÜSÜ ÖZENLE İŞLENMİŞ BİR SPILBERG FİLMİ


Filmi izlemeden önce beklentilerim sınırlıydı ve neyle karşılaşabileceğimi az çok tahmin edebiliyordum: 
1. Klasik bir Steven Spilberg filmi izleyeceğimi tahmin edebiliyordum, hele ki başrol oyuncusu Tom Hanks olunca iyiden iyiye oturdu bu.
2. En büyük umudum paranoya filmlerine selam duran bir yapım ile karşılaşmaktı. Ama yönetmen Spilberg olunca bu beklentiyi en aza indirdim. Yani soğuk savaş döneminde çekilmiş bir ajan - paranoya filmi gelmesini, sadece umut ediyordum. 

Film bittiğinde bu iki madde de tam hedefini buldu. İyi bir film izledim. Yönetmen ustalığı ile yağ gibi akıyor film. Gerilim dozu iyi ayarlanmış, sinema dili zorlamıyor ve sıkmadan gidiyor. "merak" her daim tepede olduğundan zaten sıkılmak gibi bir durum olması mümkün değil. Dönem iyi yansıtılmış, daha doğrusu siyah beyaz olması dışında prodüksiyon açısından Schindler 'in Listesi neyse, burada da karşınıza çıkacak olan o. 

Ancak, paranoya veya politik gerilim filmleri açısından baktığımda bu kusursuz sinema dili beni rahatsız etti. Evet, filmde ne olacağını bilmediğiniz için bir merak var, ancak soğuk savaş yılları göz önüne alındığında bu kesinlikle "paranoya" değil ve bana kalırsa bu filmin en büyük eksikliği bu. Fakat başta da belirttiğim gibi, Spilberg böyle bir yönetmen değil -jaws serisi bu noktada umut aşılasa bile-. Sinema dili , kendi çektiği E.t. ile özdeşleşmiş durumda. oysa ki bu senaryodan ortaya sağlam bir The Parallax View türevi de çıkabilirdi. Hızlıca düşündüğümde son yıllarda bunun en iyi örneğini veren Roman Polanski olmuştu misal (The Ghost Writer). Evet, çok zorladığımın farkındayım. Spielberg böyle bir yönetmen değil, filmin derdi de bu değil.  

Kısacası, soğuk savaş döneminden kalma iyi bir politik gerilim hatta paranoya filminden ziyade, o dönemden kalma iyi bir macera filmi çıkmış ortaya bana kalırsa. Ha kusursuz mu, değil, sadece Spilberg 'in ustalığı bazı kusur ve eksikleri örtecek kadar iyi. Filmi izledikten sonra neden filme konulduğu konusunda kafanızda soru işaretleri bırakabilecek bazı sahneler olsa bile, bunlar o minimal yapı içerisinde; filmin "tarafsız bakıyorum" numarası içerisinde kendini kaybettirebilir (yerseniz). Biraz da karakter gelişiminde bu minimal hava etkisi filmin vurucu yanını düşürüyor. Yani Tom Hanks 'ın canlandırdığı karakter, görevi gereği amerikanın en sevilmeyen adamı haline gelirken, biz bunu üzerine basa basa göremiyoruz aslında. Filmin, gerilim dozunu etkilememesi adına, şiddet en az başvurulan öge olmuş yani. 

Konudan da bahsetmek gerekirse;
James B. Donovan (Tom Hanks) amerikalı bir sigorta avukatıdır ve tutuklanan bir rus ajanını (Mark Rylance) savunması istenir. Mahkemenin amacı, amerikanın kim olursa olsun adil şekilde yargılandığını göstermek istemesidir dünyaya. Mahkeme yapılır, James, tüm hukuksuzluklara rağmen rus ajanı idamdan kurtarır, bu esnada amerikanın en sevilmeyen adamlarından birisi haline gelir. 

Bir süre sonra, ruslarda bir cia ajanını ele geçirir. Normal olarak da ajan değiş tokuşu gündeme gelir. James 'de, doğu almanyada bu değiş tokuşu gerçekleştirecek kişi olur amerika adına ve olaylar gelişir. Film hem bu gelişimi, hem de değiş tokuş şartlarının doğu almanya ağırlıklı oluşturulma safhalarını işliyor. 

Filmin sonu etkileyici. Hikaye, Spielberg 'den bekleneceği üzere, Tom Hanks 'ın vücut diliyle de birleşince duygusala bağlayabileceğiniz bir son ortaya çıkmış dahi diyebilirim. 

Tahmin edileceği üzere, filmde özellikle hukuk sistemi üzerinden her ne kadar bazı çarpıklıklara değinilse de bariz bir amerikan propagandası işleniyor. Yani amerika iyi, ruslar komünist, doğu almanlar ezik...

Filmin Mark Rylance 'a en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında oscar ödülü getirdiğini hatırlatayım. Film de, en iyi özgün senaryo, en iyi film, en iyi müzik, en iyi ses miksajı ve en iyi yapım tasarımı dallarında heykel adaylıklarına sahip.  

1 Ağustos 2016 Pazartesi

AUTOMATA


ETKİLEYİCİ BİR BİLİM KURGU: AUTOMATA 

M.S. 2044Artan solar fırtınalar yeryüzünü radyoaktif bir çöle çevirdi ve insan nüfusunu yüzde 99.7 oranında azaltarak 21 milyona düşürdü. Atmosfer dengesizliği karasal iletişim sistemlerinin çoğunu devre dışı bıraktı ve medeniyeti yeni bir teknolojik gerilemeye zorunlu kıldı. Korku ve umutsuzluk dolu bir atmosferde ROC şirketi Kutsal Yolcu - 7000 ( Pilgrim 7000 ) otomatlarını yarattı. Bu ilkel robotlar, kalan son şehirlerde ikamet eden insanları koruyan surlar ve mekanik bulutlar yaratmak için tasarlandı. Şimdi, insanoğlu tarafından iki kaideye göre kontrol edilen milyonlarca robot var;1. kaide robotların herhangi bir canlı formuna zarar vermesini engeller.2. kaide, robotların diğer robotları ve kendilerini başkalaştırmasını engeller.Başkalaştırmak: robotların birbirini başkalaştırması, bilinç kazanması. Birbirlerine bilinç kazandırmaları, toplu bilinç kazanmaları.Bu iki kaide insanları otomatlardan korumak için tasarlandı. Bu kaideler başkalaştırılamaz.
Hikayesinin başlangıcını böyle anlatıyor film. Post apokaliptik bir film olduğu kadar, bittiğinde bir varoluş, özgür kılma ve yaratıcıyı arama serüvenine tanık olduğunuzu düşünüyorsunuz film boyunca. Sistemin süregelen parçaları içerisinde kendine yer bulmak, zamanla varoluş nedenini arama düsturunun önüne set çekmekte elbet, film bu noktada da sorgulayıcı tavrıyla da -ki aslında kabaca sistem eleştirisi diyebiliriz- sürüklüyor insanı: 

Sorgulamayı bırak ve sistemin parçası ol! 

Ne kadar şanslı olduğunu düşündün mü hiç? İyi bir işin var. Harika bir koza dairede oturuyorsun. Rachel ve senin güzel bir kız bebeği sahip olmanıza izin veren sağlık sigortan var. Güzel bir hayat bu Jacq. Kaybetmemek için tek yapman gereken ne biliyor musun? Bu kargaşadan sorumlu tutabileceğin başka birini bul. İşte o kadar. Çöplerin içini bu kadar karıştırmayı bırak. Belki ne kadar şanslı bir adam olduğunu böylece anlarsın.
İnsanoğlu sisteme adapte olduğunda sorgulayıcı tavrına bir kenara bırakırken, aynı tavrın robotlardan gelmesinden duyulan korku, filmin ana temellerinden birisi. Bu, aynı zamanda sinemada bolca işlenen günümüzün yaygın korkularından birisi haline gelen "yabancı" kavramını da sorgulatıyor aslında izleyene. Tek tip insan yaratma kaygısı, özellikle de yaşadığımız ülkenin genel tavrı haline gelmişken, filme anlam yüklemek çok daha kolay bir hal alıyor. 
Bunlar bir kere başkalaştı mı neler olur biliyor musun? O zaman bu ikisi bir üçüncüyü başkalaştırmayı denerler. O zaman mucize yok olur... Salgın başlarburada mucizeden kast edilen, elbette ki bilince sahip olmayan, belki de bilinci sistem tarafından şekillendirilen ve sınırları gene sistemin kendisi tarafından çizilen modern köleler yaratılması.
Senaryo derinliği oldukça tatmin edici olmakla birlikte post apoakliptik atmosfer haliyle oldukça minimal ve seyir keyfi yüksek sahneler, resimler yakalanmasını sağlıyor. Görsel açıdan oldukça iyi bir film bana kalırsa. Rahatsız edici hiç bir noktası yok bu açıdan.

Bir konseptin parçası olarak Automata

Çıktığı senenin hemen hemen aynı konular üzerinde kafa yoran filmlerinden birisi Automata, Ex Machina ve The Machine ile birlikte. Automata muhtemelen prodüksüyon ve bütçe kalabalığından dolayı her iki filmin de üzerinde bir kaliteye sahip. Antonio Banderas pek sırıtmıyor, izlenebilir film ortaya çıkmasına da müthiş bir pozitif katkısı var.

Yaratıcıyı arama serüveni

Jack ( Banderas ) film boyunca, zanaatkar adı verilen, diğeri robotları başkalaştırdığını düşündüğü birisinin peşinden gidiyor, onu arıyor. Bu yaratıcıyı arama serüveni, ikilinin yolları kesiştiğinde ilahi havasında epik bir müzik kullanımıyla süslenen ve iyi resmedilmiş bir sahneyle taçlandırılıyor. O noktadan sonra filmin derdiyle ilgili çözülmeler de başlıyor.

Jack bu noktada inancı, daha doğrusu özgür iradeyi temsil ederken, patronu Bold 'da sistemi temsil etmekte sanki. Sistemin acımasız yönü, Jack gibi çarkların dışında, kendi bilinciyle hareket etmeye, sorgulamaya karar verenleri sindirmeye çalışırken, bir noktada Jack ile aynı tavrı göstermeye başlayan Bold 'da, Jack 'e söylediklerini duyuyor kendi patronundan. 
-Mr. bold, hiç ne kadar şanslı olduğunuzu düşündünüz mü ?


31 Temmuz 2016 Pazar

SPECTRE

JAMES BOND YENİDEN KARŞIMIZDA


Daniel Craig ile daha karanlık bir ajan filmi kimliği kazanan James Bond serisinin yirmidördüncü filmi Spectre gene etkileyici


Öncelikle belirtmek lazım ki Skyfall, Casino Royale izlemediyseniz veya konuları tam hatırlamıyorsanız kopukluk hissedebileceğiniz bir film 2015 senesinde gösterime giren Spectre. Serinin Daniel Craig 'le başlayan dönemine ait bir çok gönderme var bu filmde. Gene aynı seri içerisinde, en karanlık olanlardan birisi de bu, hatta bir Bond filmi olmasaymış aslında muhteşem bir paranoya veya daha da karanlık bir ajan filmi olabilirmiş, Hatta ufak dokunuşlarla politik gerilim filmleri içerisinde bile yer bulabilirmiş kendisine. 

Daniel Craig 'le birlikte bond, mi6 'den çok daha başına buyruk bir ajan haline geldi ve bu filmde de üzerinde durulan ağırlıklı nokta gene bu, hatta Bond bu sefer gerçekten bir süreliğine afaroz ediliyor, işleri tek başına halletme konusunda daha fazla özgürlüğe sahip oluyor ve daha da önemlisi 00 bölümü kapandığı için ağababaları da bu bağımsız harekete ayak uyduruyor.

Filmin başında Monica Belluci kendisini gösteriyor ama beklenti boşa çıkıyor ve talihsiz şekilde sadece gelip geçici Bond kızlarından birisi olarak tarihin tozlu sayfalarındaki yerini alıyor üzücü bir şekilde. Gene de Craig ve Belluci arasındaki tutku oldukça etkileyici. Asıl kız Lea Seydoux 'da yakışmış filme. O konuda da negatif yorum yapacak bir nokta yok. 

Alışık olduğumuz şekilde film öncekiler gibi nefessiz bir aksiyonla açılıyor. Burada ki etkileyicilik "bu nasıl bir figurasyon ve prodüksiyon büyüklüğü" kıvamında. Yoksa daha etkileyici açılışlar olmuştu Craig 'li Bond filmlerinde. Lakin, bu aksiyon, özellikle de takip sahnelerinde hiç hızını kesmiyor ve filmi bir nevi ayakta tutuyor. Gerçekten çok başarılı iki takip sahnesi var (ki uçakla araba takip edilen sahne mevcut filmde, ve evet uçak bir süre yolda gidiyor, bildiğimiz yolda takip gibi yani!)

Film karanlık ve konu itibariyle de hafiften paranoya filmlerine selam çakan bir konusu var. Dediğim gibi yukarıda, bir Bond filmi olmasa çok daha derine inilerek daha karanlık ve tam ayarında bir film çıkabilirmiş ortaya. Ancak elde Bond gibi bir malzeme olunca, ne sisteme getirilen eleştiri, ne politik kıvraklıklar ön plana çıkamıyor. Her ne olursa olsun, bu politika ile ilgili noktada da film sizi yakalıyor ve açıkçası serinin diğer filmlerinden ayrı olarak, bu etki de film boyunca sizin dikkatiniz ayakta tutuyor. 

Filmin kötü adamlarından birisi Christoph Waltz. Bildiğimiz tipte bir kötü adam değil, background olarak zaten Bond ile ilişkisi ilginç bir kavrama noktası ama genede çok ama çok etkileyici bir profil değil bana kalırsa. Bunun nedeni Christoph Waltz değil de ona biçilen rol elbet. Casino Royale 'de Mads Mikkelsen bir şekilde etki bırakıyordu mimikleri ile kötü adam olarak izleyenin üstünde misal. Christoph Waltz ise bambaşka bir tat bırakıyor izlerken. Ha kötü mü, kesinlikle hayır. Ama o vizyonu yansıtmayı çok iyi başaramamışlar karakteri kağıda geçirirken bana kalırsa ve aslında etkileyici olan karaktere biçilen rol ve vizyondan ziyade, Christoph Waltz 'un oyunculuk başarısı olmuş. 

Dave Bautista hikayesi var bir de. Renk katmış filme ve izlemesi keyifli (bütün filmi tek bir kelime ile bitirdi "damn")

Kısacası; Eğer Daniel Craig 'le ortaya çıkan yeni James Bond hoşunuza gittiyse, bu filmde katmerlisi var. Daha karanlık. Bu, hepsinden daha da ötede bir "intikam filmi" kıvamında.

JUSTICE LEAGUE VOL. 3: THRONE OF ATLANTIS

Justice League Cilt 3: Atlantis Tahtı


YKY, Adalet Takımı ciltlerini yayımlamaya devam ediyor. Serinin 3. cildi de Atlantis Tahtı adını taşıyor ve tahmin edilebileceği üzere ana hikaye Aquaman ile ilgili. 

Cilt,  iki bölümden oluşan "the secret of the cheetah"ile başlıyor. Bu hikaye, Wonder Woman 'ın. Cheetah 'ın varlığı dışında hikayenin dikkat çekici yanı muhtemelen Wonder Woman ve Superman arasındaki ilişkinin alevlenmesi. ufak bir Smallville ziyareti dahi yapıyor ikili. 

Atlantis Tahtı ise 5 bölümlük bir hikaye. Arka planında, hiçbir şeyden haberi olmayan Aquaman 'ı tekrar Atlantisin kralı yapmak için kurgulanmış bir planın sonunda, Atlantis 'in yeryüzüne çıkıp Gotham'ı dümdüz etmesi işleniyor. Genel manada, krallığı kardeşi Orm 'a bırakan Aquaman 'ın bu kuşatmayı durdurmak için Justice League ile beraber tekrar bir araya gelip çalışmasını okuyoruz. Atlantis tarafından Wonder Woman, Batman ve Superman 'ın tutsak edilmesiyle birlikte, özellikle de Hawkman 'ın başını çektiği diğer süper kahramanları da (Black Canary, Firestrom vs.) savaş meydanını şenlenirken, maceranın top noktası kardeşi Orm 'u savaş meydanında dize getiren Aquaman 'ın Atlantis ordularını durdurmak için, hiddetle "ben sizin kralınızım" nidalarını atmaya başladığı an oluyor. 

Hikayenin içinde, Aquaman tacı neden kardeşine bıraktığını da, gene kardeşi Orm 'la savaş meydanında dövüşürken açıklıyor: 
...bir kardeşim olduğunu keşfettiğimde senin kadar ben de sevinmiştim. Artık yalnız olmadığımı hissetmiştim.gerçek bir liderin hayatı budur.Bu yüzden tacı hiçbir zaman istemedim. 
Cilt içerisinde bir de Superman ile ilgili en büyük geyiklerden birisine yanıt veriliyor. Malum, sadece bir gözlük sayesinde kimliğini nasıl saklamayı başardığı hep bir muamma olmuştur Superman 'ın. İşte, bu soruya şöyle bir cevap veriyor Superman' Wonder Woman ile birlikte bir yemek yerken: 
-Eh, sanırım bize baktıkları çoğu zaman ya uzaktan ya da yer seviyesinden bizi görüyorlar. daha önemlisi, insanların hiç öyle düşündüğünü sanmıyorum yani...
-Aralarında saklandığımızı mı?
-Hayır saklanmak değil. Bence coğu insan Justice League dışında bir hayatımız olduğunu düşünmüyor. 7 gün 24 saat Superman ve Wonder Woman olduğumuzu sanıyorlar. 
 Her ne kadar tatmin edici bir cevap olmasa da idare eder. Bir anektod da, gizli kimliğine dair: 
-Her şey Smallville 'de başladı. İşte tam bu odanın içinde Clark Kent kimliğini bütünüyle bırakmayı düşündüm. Ama Clark Kent olmayı seviyorum. Olduğum kişiyi, ailemi seviyorum. Böyle olunca aklıma çifte kimlik fikri geldi. Bruce 'un yaptığı gibi bir maske takmayı düşündüm. Ama her ne kadar yakın olsak da Batman 'ın hedefi benimkinden farklı bir şey. Kötülerin benden korkmasındansa, iyi insanların bana güvenmesinin tercih ederim. Bunun için senin gözlerini görebilemeleri gerekir. Dolayısıyla maskeyi Superman değil, Clark Kent takıyor...
Savaş meydanlarında geçen hikaye tatmin edici, yukarıda örneklerini verdiğim bir iki anketod da ilginç kılıyor akışı. Özenli ve dikkat çekici grafik kalitesi de, cildi, en azından Atlantis Tahtı hikayesini başarılı kılıyor.  

27 Temmuz 2016 Çarşamba

BATMAN: THE MAN WHO LAUGHS

BATMAN: GÜLEN ADAM


Batman ve Joker tanışıyor


Ed Brubaker tarafından yazılıp, Doug Mahnke tarafından çizilmiş ve 2005 yılında yayımlanmış, türkçeye JBC Yayıncılık 'tan çevrilmiş çizgi roman.

Batman ve Joker' in ilk ortaya çıkışını gene bir dedektiflik hikayesi üzerinden anlatır. 

Joker haliyle son derece psikopat bir profil olarak ortaya çıkmış da, çizgi romanın güzel tarafı, atmosfer de en az Joker kadar karanlık (haliyle). Sık sık Batman / Wayne ve Gordon 'un iç sesleri ile sürüklenen çizgi romanda çizimler harika ve yaratılan atmosferle uyumlu. 

Joker ne kadar iyi resmedildi ise, Batman da o kadar çirkin. Gördüğüm en çirkin Batman tanımlamasından birisi, bazı karelerde aklıma Beaves and Butthead geldi. Türkçeye çevrimden kaynaklı komik bir ayrıntı; hikayenin bir yerinde Joker 'in ne yaptığını çözmek için araştırma yapan Wayne 'in yolu "Gotham Tapu Kadastro" ya düşer. evet çizgi romandaki karelerden birisinde böyle bir tabela görüyoruz...


Son söz olarak, okuduğum en etkileyici ve karanlık kısa hikayelerden birisi. Son derece başarılı bir Joker ortaya çıkmış ve atmosfer sürükleyip götürüyor hikayeyi.