15 Kasım 2018 Perşembe

11 Kasım 2018 Chelsea – Everton Maçı



Chelsea’nin evi Stamford Bridge’de 11 Kasım 2018 tarihinde oynanan ve ev sahibi ekibin maçta tahmin edilebilir defolarını fazlasıyla gösteren maçla ilgili olarak futbolun teknik ve taktik yönüne çok hakim olmasam da kendimce bir kritik yapmaya çalıştım.

Sarri’nin modern futbolun gerekliliklerinden birisi haline gelen göze hoş gelen pas oyununa olan tutkusu nedeniyle ilgimi çeken Chelsea – Everton maçı 0-0 bitmesine rağmen Sarri’nin oyun planının aksayan yönlerine nasıl müdahaleler yaptığını görmek açısından ilgi çekici olacak ve futbolun taktiksel gelişimi yönünde yeni fikirler verebilecek bir maç olacaktı.

Chelsea geriden kurduğu pas oyunuyla sonuca gitme planıyla sahaya çıkan bir takım. Bu oyun kurma planının ilk opsiyonu ise savunmadan çıkan topun ön liberoda gördüğümüz, orta üçlünün en gerisinde konumlanan Jorginho'ya aktarılması. Jorginho, yer yer savunma ikilisi arasına kayarak stoperleri genişletip takımın boyunu uzatarak topu alsa da bu maçta Everton'un çok geride kabul ettiği savunma hattı nedeniyle bu seçenek en azından bu maçta pek işlemedi. Everton'un savunma ve hücum hattını öne çıkartarak önde bastığı nadir ama başarılı anlar da oldu ama maçın geneli orta yuvarlak civarında stoperlerden gelecek topu almak için sağa sola deplase olan Jorginho'yu ve onu adım adım takip eden Gylfi Sigurðsson'u izleyerek geçti. Tabiri yerindeyse 10 numara oynayan santrafor arkası bir hücum oyuncusu olan Gylfi Sigurðsson oyundan çıkana kadar bildiğimiz manada adam adama savunma yaptı Jorginho'ya ve açıkçası nefes de aldırmadı. Tabi Everton bunu yaparken sadece Jorginho'yu adam adama savunmadı, alanları daraltarak muhteşem bir alan savunması örneği de gösterdi. Haliyle Chelsea stoperleri sadece Jorginho'yla topu buluşturamamakla kalmadı, Everton'un yaptığı alan savunması sayesinde başka bir pas opsiyonu da bulamadı.
     
Sigurðsson oyunda kaldığı sürede
Jorginho'yu kilitleme görevini
eksiksiz yerine getirdi
Bu noktada sıkıcı bir maç olduğunu düşünülebilir sahada. Lakin bazı maçlarda 800 pası bulan Chelsea, daha doğrusu Sarri'nin günümüz futbol trendlerine birebir uyan topa sahip olma ve pas oyunu oynama planına karşı Everton'ın geliştirdiği bu stratejiyi nasıl aşacağını izlemek de ayrı bir keyif. (Chelsea bu maçı 713 pasla kapatmış. Gene bir önceki lig maçında total pas sayısı 911).         






Kısacası bir süre sonra maç “Sarri ne yapacak” sorusunun cevabını aradığımız maç oldu. Gördüğümüz ilk planlı müdahale Kovacic'in, Jorginho'nun yapamadığı pas trafiğinin içine girmeye çalışması oldu. Kovacic geriye daha çok geldi, daha çok top aldı, daha çok top dağıtmaya çalıştı. nitekim bu durum oyuncu istatistiklerine de yansıdı ve Kovacic maçı totalde 88 pasla tamamlarken, Jorginho'nun oyundan çıktığında pas sayısı sadece 50 idi. Bu rakamlar, mesela Chelsea'nin bir önceki lig maçında (Crystal Palace) Jorginho'nun 107 pas yaptığını gösteriyor. Aynı maçta, Everton maçında Kovacic'in pozisyonunda oynanan Ross Barkley'in pas sayısı 66. Kısacası, Everton Jorginho'yu kilitlemeyi çok iyi başarırken, yaptığı alan savunması sayesinde Kovacic'in de pas trafiğine dahil olmasına çok müsaade etmemiş.  
        
Topun ikinci bölgeye ulaşamadığı durumda bir diğer seçenek doğal olarak savunmadan atılacak uzun toplar oluyor. Bu noktada da Everton'un yaptığı alan daraltmanın işe yaradığını ve özellikle David Luiz'in salladığı uzun topların oyunu açmada pek faydası olmadığını gördük. Top Jorginho'ya gitmediği için opsiyon olarak istemsizce devreye giren uzun topların zaten rakip savunma yerleşimini tamamladığı için işlerlik kazanmaması normal. Karşı presle kazanılmış ve çabuk kullanılmış uzun toplar daha etkili olabilir belki ama set hücumuna kalkarken pek çözüm olmadığı görüldü.      
    

Chelsea ile benzer bir oyun planı olan ve topu Jorginho'nun pozisyonundaki Fernandinho ile oyuna sokan Man City'de Guardiola, Everton'ın yaptığını yapan takımlara karşı çözümün bir parçası olarak savunmadan uzun topları iyi kullanan Aymeric Laporte ve ayağı son derece olan kaleci Ederson’uı bir dünya para verip transfer ederek buldu sanırım. Chelsea'de de David Luiz ve nispeten Rudiger ayağı son derece düzgün adamlar ve maçın en çok top kullanan adamı David Luiz'in maçtaki pas sayısı da 119. Buna rağmen bu opsiyon set hücumuna kalındığı anlarda top oyuna hızlı sokulamadığı ve Everton savunma yerleşimini tamamladığı için kademeler arasında eriyip gitti.

Sonuç olarak maçın büyük bölümünde Everton'ın planı kusursuz şekilde işledi ve Sarri net bir karşı hamle yapamadı. Bu noktada, elinde farklı meziyetlere sahip daha zengin bir kadro bulunan ve benzer savunmalarla çok daha fazla karşılaştığı için (Klopp, Mourinho başta olmak üzere) çok daha tecrübeli olan ve hatta kadro yapılanmasını bunun üzerine kuran Guardiola'nın takımı Man City ve Everton arasında oynanacak maç da benzer ve keyifli bir strateji savaşı vaat ediyor.


2 Ekim 2018 Salı

K-19: THE WIDOWMAKER

OSCAR ÖDÜLLÜ YÖNETMEN KATHRYN BIGELOW'DAN ÇARPICI BİR DENİZALTI FİLMİ


Liam Neeson ve Harrison Ford'lu Kadrosuyla K-19 Hollywood Klişelerinden de Nasibini Almış


Yönetmenliğini Kathryn Bigelow'un yaptığı, başrollerini Harrison Ford ve Liam Neeson'un paylaştığı 2002 yılına ait bir denizaltı filmi K-19.         
         
Ne kadarını yansıttığı tartışılır olmakla birlikte gerçek bir hikayeden yola çıkan film, Rus donanmasının ilk nükleer denizaltısı K-19'un 1960'larda Atlantik'e düzenlediği ilk seferi ve bu sefer sırasında reaktöründeki soğutucuda meydana gelen arızayla yaşanan süreci anlatıyor. Teknik olarak bir nükleer denizaltının reaktörüne kadar görebilmek filmi eşsiz kılıyor meraklısı için. Kaldı ki K-19 zaten boyutları nedeniyle hayranlık uyandırıcı bir denizaltı. Her ne kadar film boyunca su içinde çok göremesek de, su üstünde ve özellikle de buzullarda çok iyi resimler veriyor K-19.         
         
Denizaltıda geçen, yüksek tempolu ve bir an için iyi bir plan sekans mı izledim ben sorusu sorduran oldukça ihtişamlı bir giriş yapıyor film. Sonrasında, özellikle denizaltıya limandan ayrılmadan önce malzeme yüklenmesi sürecini gösterdiği -her ne kadar kısa da sürse- tek plan çekimde tutturduğu kamera açılarıyla gene kendisini pür dikkat izleten ve bu gibi geneline yayılmış etkileyici ve özenli çalışılmış teknik detaylarla süslü sahneleriyle dikkat çekiyor film.           
         
Liam Neeson filmin başında denizaltının kaptanıyken, Harrison Ford ordunun (parti, komite...) başarısız bulduğu Liam Neeson'un üstü olarak denizaltıya atanıyor denize açılmadan hemen önce. Harrison Ford'un mesafeli ve sert tavrı karşısında Liam Neeson'un adamlarına daha yakın ve temkinli duruşu zamanla ikili arasında gerilimi arttırıyor beklenildiği gibi.          
         
Big brother is watching you
Bir Hollywood hele ki Kathryn Bigelow filmi olduğunu düşünecek olursak filmde Amerikan propagandası olmaması şaşırtıcı olacaktı. Filmin içerisinde Amerika olmadığı için bu iş ters psikoloji misali Ruslar üzerinden yapılmakta. Film; Rusların nükleer denizaltıya radyasyon giysisi koymak yerine kimyasal koruyucu kıyafet vermesi, reaktörü tamir ederken radyasyon zehirlenmesinden hayatını kaybeden askerlerine kahramanlık madalyası vermek yerine onları basit bir kazada ölmüş olarak kabul etmesi gibi, rejimin kendi insanını önemsemediğini kör göze parmak gösteren ayrıntılar verilirken, Amerikayı hayat kurtarıcı rolüne koyuyor -Rus denizaltısı arıza nedeniyle su yüzündeyken,  radyasyondan zehirlenmemesi için denizaltının dışında bekleyen Rus askerleri kurtarmak için amerikan deniz kuvvetleri yardım teklif ederken (Amerika gene kurtarıcı rolünde), Rus askerlerini helikopterden kameraya alan Amerikan de "big brother is watching you" sloganını hatırlatıyor.          
         
Kadro etkileyici
Her ne kadar bir Rus hikayesini anlatsa da buram buram Hollywood kokan, hatta son bölümlerde, duygusal açıdan da yorucu bir film haline gelmeye başlayan (ağlatabilir) ve soğuk savaşla birlikte denizaltının insanı boğan atmosferini de çok başarılı yansıtamayan, ancak arızalanan reaktör soğutucusunun tamir edildiği bölümlerin başlamasıyla gerilimi yükselen ve atmosfer başarısı katlanan, macera filmi olarak değerlendirilecek olursa oldukça başarılı görülebilecek bir film. Ek olarak Liam Neeson ve Harrison Ford'da cabası, her ne kadar ikili arasındaki tırmanan gerilim bir Hollywood klişesi olsa da, özellikle Neeson'un oyunculuğu çok başarılı.       
      
Atmosfer bir denizaltı filmi için fazla canlı kalsa da, hem teknik hem de görsel açılardan (renk kullanımı, görsel efektler, kamera kulanımı, makyaj ve kurgu) bence çok başarılı, hatta tekrar izleme isteği uyandırıyor K-19.     

29 Eylül 2018 Cumartesi

THE HUNT FOR RED OCTOBER

JACK RYAN EVRENİNİN EN ETKİLEYİCİ SİNEMA UYARLAMALARINDAN BİRİSİ

The Hunt For Red October Etkileyici Kadrosu ve Hikayesiyle Gerilim, Aksiyon, Soğuk Savaş ve Denizaltı Temalarını Başarıyla Harmanlamış

Tom Clancy'nin Jack Ryan evreninde geçen aynı adlı romanından aktarılmış, baş rollerinde Sean Connery ve Alec Baldwin'in oynadığı 1990 yapımı film, denizaltı filmlerinin kalburüstü örneklerinden biri gibi gösterilse de, soğuk savaş dönemi temalı bir casusluk filmi olarak çok daha başarılıdır.           
          
Kızıl Ekim adındaki son teknoloji ürünü (sonarda, radarda gözükmeyen) balistik Rus denizaltısının Kaptan Ramius'un komutası altında Amerika'ya sığınma macerasını anlatan film, ekrana yansıyan devasa iç mekan boyutları nedeniyle denizaltıdan çok uzay gemisini andıran Rus ve Amerikan denizaltılarını, araba kovalamaca sahnelerindeki gibi kullanmasıyla da (inandırıcılık yönünden) iyi değerlendiremezken, işin politik gerilim / soğuk savaş kısmında ise Amerikan şovenizmini neredeyse rahatsız edici boyutlara ulaştıracak düzeyde kullanıyor. Özellikle Rus büyükelçinin Amerikalılarla farklı zaman dilimlerinde yaptığı görüşmelerde önce Kızıl Ekim'i, sonra da Kızıl Ekim'in peşine taktıkları alfa denizaltısını kaybettiklerini söylemesi Amerikan alaycılığının tavan yaptığı sahneler oluyor.

Neticede Jack Ryan, Ramius'un denizaltıyla Amirakaya savaşmaya değil yanaşmaya geldiğine üstlerini ikna eden, bir nevi gene savaşı önleyen kahraman, Ruslar kendi ülkelerine sırt çeviren hain -veya tam tersi kendi insanına sırt çeviren Rusya- oluyor.   
          
Jack Ryan rolünde Alec Baldwin
Kızıl Ekim'in, sığınma talebinde bulunacak Ramius'la birlikte Amerikalıların eline geçeceğinden korkan Ruslar elbetteki tüm donanmayı Ramius'un peşine takıyor. Bununla birlikte bir de Amerikan denizaltısı USS Dallas takılınca Kızıl Ekim'in peşine, özellikle finalde işin tadı kaçıyor. Aksiyonla birlikte gerilimin dozunu yükseltmeye çalışırken, atılan torpidolardan kaçınmak için yapılan hamleler denizaltı filmi gerçekliğinin oldukça uzağında, belki "hızlı ve öfkeli" tarzı filmlerin araba kovalama sahnelerinde karşımıza çıkabilecek ciddiyetsizlikte olmuş.           
          
Kadro etkileyici
Denizaltı içinde -özellikle Kızıl Ekim- sürekli yüksek rütbeli subaylarla haşır neşir olduğumuzdan, Ramius ve ikinci kaptan Borodin dışında bir karakterle fazla yakınlaşma şansı bulamıyoruz, ki filmin en büyük eksikliği denizaltıda bir grup rütbelinin haberdar olduğu bu sığınma planından diğer askerlerin haberdar olmaması için verilecek uğraşının üzerinde yükselecek taş gibi bir gerilim. Aslında bunun için doğru karakterler de mevcutmuş; denizaltıda kimliğini gizlemeyi başarmış bir adet Rus askeri istihbarat üyesi ve meraklı bir doktor. Sonuç olarak, her ne kadar Ramius'un  Amerika'ya sığınma talebinde bulunmasının arkasındaki motivasyonun eşini kaybetmesi olduğunu bilsek ve Borodin ile yaptığı Amerika hayalleri konuşmasını dinlesek de, film hızlı akan bir casus filmi tanımına sarılıyor ve belirttiğim gibi denizaltıda geçiyor olmasının avantajını kullanmıyor. Oysa ki, tekrar etmekte fayda var; hikayenin akışında sığınma ile ilgili planları saklama gayretinin de getirdiği denizaltıda sıkışmışlık hissi pekala kullanılabilirdi. Bu açıdan, iyi bir denizaltı filminden çok, keyifli bir casusluk filmi olarak izlenmeli The Hunt For Red October. 

28 Eylül 2018 Cuma

PHANTOM

İYİ BİR DENİZALTI FİLMİ


Sağlam oyuncu kadrosuyla ortalamanın üstünde bir seyir zevki sunuyor Phantom


Başrollerinde Ed Harris, David Duchovny (Fox Mulder) ve William Fichtner'ın (Alex Mahone) oynadığı 2013 yapımı denizaltı filmidir. Denizaltılara, soğuk savaş senaryolarına ilgi duyuyorsanız 10 numara filmdir bana kalırsa, tabi karşınızda Das Boot bulmayı beklememeniz lazım. Benim filmi bu kadar beğenmemin nedeni ise, konusunun yavaş yavaş ortaya çıkan detaylarının ilginçliği ve sağlam kadrosu. Film, rus cephesini anlattığı için taş gibi amerikan aksanıyla konuşan oyuncular başlarda oldukça rahatsız etse de filmin akışı içinde unutuluyor. Gene de, filmin başında görsel referanslar daha iyi verilse imiş bu kısa süreli inandırıcılık problemi de aşılabilirmiş.   
  
Kaptan Demi, emekliliğine sayılı günler kala son görevine gönderilir, hem de kendisi gibi emekliye ayrılıp Çin'e satılacak olan ve sefere çıktığı ilk denizaltı ile. Emir ve görev başlangıcı arasındaki zaman kısıtlı olunca kaptanın tüm mürettebatı bir araya gelemez, bu nedenle kaptanın tanımadığı askerler mürettebat olarak denizaltıya alınır. İki de KGB'li; Phantom adı verilen gizli bir teçhizatla binerler deniazaltıya. Kaptan Demi, KGB'lilerin denizaltıya Phantom adı verilen gizli cihazla Çin maskesi vereceğini ve balistik füzeyle Amerika'yı vuracağını, böylece Amerika - Çin arasında bir savaş başlatacağını çözer. Her ne kadar Ruslar içinde olmadıkları bir savaşı kazanacak olsa da bu durumda, Kaptan Demi, KGB'lileri durdurmaya çalışır. Denizaltı filmleri klişesi olarak KGB'liler kaptanı esir alır, kaptan esaretten kurtulup denizaltıyı tekrar geri almaya çalışır ve aksiyonla birlikte hikaye yürür gider...   
  
Kaptan Demi, epilepsi hastası, arada bir kriz geçiriyor ve daha da önemlisi arada sesler duyup aniden hayaller görüyor. Onun gördüğü bu görüntüler, korku filmi edasıyla ekranda birdenbire belirince zıplayıp gerilebiliyor insan, kaldı ki denizaltı zaten klostrofobik bir ortam.  

Ed Harris tüm karizmasıyla karşımızda
Denizaltının mekan olarak kullanımını başarılı bulduğumu söylemeliyim, en azından o sıkışmışlık hissini verebiliyor film, bu açıdan kendisinden daha başarılı olduğu söylenebilecek bir çok filmden daha iyi bir "denizaltı" filmi.   
  
Kapışma - kaçış sahnelerinde de yönetmen işini iyi yapmış, gerilimi tutturmuş durumda. Zaten geri sayım, denizaltı filmlerinin torpidolardan kaçarken / atarken olmazsa olmazı durumunda ve başlı başına bir gerilim unsuru.   
  
İyi oyuncu kadrosu, fena sayılmayacak ses ve görüntü yönetmenliği yanında takip etmesi keyifli hikayesi ve adının hakkını veren sonuyla konuya ilgi duyanlar için keyifli bir film Phantom. 

26 Eylül 2018 Çarşamba

BLACK SEA


MERAKLISINI ÜZMEYECEK BİR FİLM BLACK SEA


Denizaltı filmleri kategorisine rahatlıkla sokabileceğimiz ve hem bunun, hem Jude Law'ın, hem özenli görüntü yönetmenliğinin hem de bilindik denizaltı filmleri hikaye yapısının dışındaki olay örgüsüyle meraklısının oturup rahatlıkla izleyebileceği bir film Black Sea.     
    
İşindin kovulan bir denizaltı kaptanının, mafya için Karadeniz'de 40 ton külçe altınla beraber batmış Nazi denizaltısına ulaşıp altınları çıkarmasını konu ediyor. İngiliz ve Ruslardan oluşmuş bir ekiple çıktıkları yolculukta ekip, para hırsının ve ölüm korkusunun peşinde sükunetlerini kaybettikçe zengin olma hayaliyle çıkılmış macera kabusa dönmeye başlıyor. Filmin, başarılı kapalı mekan çekimleriyle ekrana yansıttığı denizaltı atmosferi içinde izleyeni ekrana çivileyememesinin tek nedeni ise, senaryo akışında psikolojileri bozulan karakterlerin biraz içi boş kalması ve ekip içinde ortaya çıkan gerilim ve düşmanlığın sonucuna hızlıca varılması. Yani filmin süresiyle de ilgili, olay örgüsünün hızlıca çözüme kavuşuyor olması böyle bir kapalı mekan filminde sizi ekrana tam bağlayamıyor ve yaşananların oldu bittiye geldiğini hissetmenize yol açıyor. Süre biraz daha uzun tutulsa ve karakterlerin derinine işlendiği bir senaryo olsa film sıkar mıydı, o da başka bir soru.     
    
Filmin twist yaptığı, yani hikayenin sizi şaşırttığı bir tarafı da var.     
    
Kaptan, düzmece bir mafya bağlantısıyla, aslında kendisini kovan şirket için altınları çıkardığı bir katakulliye getirildiğini öğreniyor finale bağlanırken    
    
Ancak bu dönüş bile biraz yüzeysel geçilmiş bir ayrıntı olarak kalmış ve ne yazık ki istenen etkiyi yaratamıyor.     
    
Jude Law filmi izlenebilir kılan en önemli faktörlerden
Denizde, denizin altında, denizaltıda kalmanın getirdiği sıkışmışlık hissini başarılı görüntü yönetmenliği ile vermeyi başaran Black Sea, meraklısını denizaltı atmosferini de başarılı yansıtmanın getirdiği avantajla haydi haydi tatmin edecek bir film. Alışık olduğumuz, genellikle ikinci dünya savaşı veya soğuk savaş dönemlerinde geçen denizaltı filmlerinde sıkça karşılaştığımız savaş manevraları, destroyerler, bir başka denizaltıyla kapışma sahneleri yok ve sırf bu bile filmi benzerlerinden ayrı bir noktaya taşıyor.     
    
Sürekli tekrar ettiğim gibi, personelin psikolojilerinin bozulduğu süreci daha ikna edici ele alabilseydi, iyi bir denizaltı filmi sıfatının yanına başarılı bir psikolojik gerilim ibaresi de eklenebilirdi.     

Ancak bu haliyle bile bir çok nedenden dolayı göz atılmayı hak eden bir film. 

BELOW

DENİZALTI FİLMLERİNİ SEVENLERİ TATMİN ETMEYECEK BİR FİLM BELOW


Darren Aronofsky adını görünce heyecanlanmamak gerekiyor


Yapımcı ve senarist kalemleri adının altında Darren Aronofsky'nin de imzası bulunan, büyüleyici atmosferiyle zamanla kült haline gelmiş Pitch Black'den hatırlayabileceğimiz David Twohy'nin yönetmenliğini yaptığı, gerilim ögeleriyle kendini izletmeyi başaran ve ikinci dünya savaşı sırasında geçen, 2002 yapımı bir denizaltı filmi Below. Ancak kısaca söylemek gerekirse, Below iyi bir ikinci dünya savaşı filmi değil, bir denizaltı filmi olarak tatmin edicilik mertebesinin bir tık üstünde ve basit hikayesi ancak bu iki detayın desteğiyle ciddiye alınabilecek hale gelerek onu bir gerilim - korku filmi olarak değerlendirmemizi sağlıyor.      
    
Baştan belirtmek gerekir ki, ikinci dünya savaşının kendine has atmosferini kullanmayı başarabilse, çok daha iyi bir film ortaya çıkabilecekken, bu başarısızlık neticesinde filmde bir "zamansızlık" ve kısmi inandırıcılık problemi oluşuyor.    
    
İkinci dünya savaşı sırasında bir amerikan denizaltısı batan bir ingiliz gemisinden 3 mürettabatı kurtarır ve denizaltıya alır. Denizaltı filmlerinden pek alışık olmadığımız şekilde, kurtarılan mürettebattan içinde bir de kadın olunca bilindik "botta kadın, uğursuzluk getirir" teması alttan alta işlenmeye başlar ve yaşanan gizemli olaylarla birlikte hem denizaltı mürettebatının yolculuk hikayesini, hem de yaşanan gizemli (ve korku filmi temalı) olayların arkasındaki sırları öğrenmeye başlarız. Bahsettiğimiz gizemli olaylar, gerilim ve yer yer korku ögeleriyle seyirciye aktarılırken, klasik denizaltı filmi kimliğinden iyice sıyrılmaya başlayarak denizaltı atmosferini kullanan bir gerilim haline döner film. Altta yatan hikayenin tahmin edilebilir olmasına rağmen ilginç de olması filmi sıkıcılıktan kurtarıyor, ancak bir savaş filmi değil de bilindik numaralarla kotarılmış (ani sesler vs.) bir korku - gerilim filmi izlemiş oluyoruz neticede.      
    
Denizaltının kendine has klostrofobik atmosferi başlı başına bir gerilim unsuruyken, film bu noktada teklemiş, her ne kadar yönetmen yer yer denizaltıyı gerilimin baş rolüne koymaya çalışsa da bu amaç hikayenin bütünü arkasında ezilmiş, mekan kullanımı doğru yapılamamış, genede denizaltı filmlerinin olmazsa olmaz sahneleri (kaçış, çarpışma, dalış, sessizlik, bekleme vb...) filme bir şekilde yedirilmiş ve açıkçası yer yer gerilimi yükseltme konusunda da başarılı olunmuş.     
    
Oyuncu kadrosunda tanıdık yüzler görmek mümkün
Filmin en iyi taraflarından birisi başarılı oyuncu kadrosu. Yan rollerde Zach Galifianakis, Jason Flemyng, Nick Chinlund, Dexter Fletcher gibi tanıdık yüzler ve iyi oyuncular mevcut.     
    
Sonuç olarak ikinci dünya savaşı hakkında pek bir şey söylemeyen ve aslında çekildiği yılı anlatıyor deseniz pek fark edilmeyecek zamansızlık problemiyle basit bir hortlak hikayesi Below ve ancak gerilimi seviyor veya denizaltılara ilgi duyuyorsanız izleyebileceğiniz bir film.     

25 Eylül 2018 Salı

ALIEN COVENANT

ALIEN: COVENANT CEVABINI BEKLEDİĞİMİZ SORULARA IŞIK TUTMUYOR



Düşündüğümüzün aksine son Alien filmi "yaratıcıyı kim yarattı" sorusuyla başlasa da kendisine bambaşka bir yol çiziyor


Prometheus'da bıraktığımız "beni sen yarattıysan, seni kim  yarattı" temalı soruyla açılan Covenant, hikaye olarak da Prometheus'un 10 yıl sonrasında geçiyor ama beklenildiğinin aksine Prometheus'un hikayesini oluşturan "engineer'lar insanları neden yarattı, neden yüz üstü bıraktı..." sorularının cevabını aramıyor, bambaşka bir yoldan giderek kendi hikayesini oluşturuyor ve engineer defterini de sanki geri dönmemek üzere kapatıyor.

Alien, tüm filmleri ele aldığınızda içinden bir çok metin, fikir ve felsefe çıkarabileceğiniz bir seri. Bazen zorlama olsa da film okuma hezeyanını bastırmak için birebirdir. Covenant da geleneği bozmuyor ve David - Walter tiradları üzerinden altını kurcalamak isteyeceğiniz laflar ediyor. lakin, Scott'ın kafayı iyiden iyiye yaradılışa takıp hikayeyi Michael Fassbender'in üzerine yıkmış olması gözden kaçacak gibi değil ve seriyi farklı ama ilginç bir yöne çekiyor.

Daniels karakteriyle Katherine Waterston'ın
canlandırdığı Daniels, Ellen Ripley'in izinden gidiyor.
Prometheus'da Noomi Rapace'in etkili ve Ellen Ripley kalıbı dışındaki performansı Sigourney Weaver'i aratmamış olsa da, Covenant'ta Daniels'ın geçirdiği dönüşüm ister istemez Ellen Ripley'ı getiriyor akla; ve ne yazık ki son derece klişe kalıyor karakter. Yan karakterler de ne yazık ki çok silik ve fazla haşır neşir olmadığımız içinde karakterle bağ kurma imkanımız olmuyor. Geriye dönüp baktığınızda Prometheus oyuncu kadrosunun gücüyle her karaktere eşit süre dağıtılmış gibi akılda kalıcıydı. Daha da geriye gittiğinizde Fincher ve Jeunet filmleri dahi yan karakterler açısından oldukça güçlüydü. Aslında bu sefer David-Walter (evet, Covenant'da Walter, keşfe indikleri gezegende tek başına hayatını idame ettiren David var) ikilisine fazlasıyla yoğunlaşılmış olması, dış mekan çekimleri, aksiyon sahnelerinin yoğunluğu ve erken başlaması gibi etmenlerden aslında karakterleri tanıyacak fazla bir zamanda kalmamış.  

Prometheus'un 10 yıl sonrasında, yaşam koşullarının sağlandığı bir gezegene koloni kurmak için giden Covenant'ın aldığı sinyallerin peşine düşüp yolunu değiştirerek başka bir gezegene yönelmesiyle ve gezegene bir keşif ekibi göndermesiyle şekillenen hikayede Scott, yabancı gezegendeki "bilinmeyen" korkusunu çok başarılı yansıtmış açıkçası. Ekip indiği alanı keşfederken, ben "kesin başlarına bir olay gelecek" diye dakikalarca gerildim. Gerilim ve aksiyon üst düzey olunca filmin altını kazma gereği de duymuyorsunuz. Zaten Scott'da pek kafaya takmamış olacak ki iyiysen, kötüysen, eşcinselsen, sevişiyorsan, gizli gizli sigara içiyorsan ölürsün diyerek filmde kim var, kim yok öldürmüş, herhangi bir ahlaki sorgulama imkanı da yapmamış.

Normalde Scott'tan, yaratığı filmin sonuna kadar göstermemesini bekleriz ancak bu kez aksiyon son derece çabuk başlıyor. Böylece gerilim yanına aksiyon ve gore öğelerle süslenmiş, korku filmlerini aratmayan ani patlamaların olduğu sahnelerde yerleşiyor.

Walter ve David karşı karşıya.
Film en güzel anlarını David'in nasıl soykırım yaptığını anlattığı sahnelerde yaşatıyor. Bir şekilde, doktor Shaw ile birlikte kaçtığı gezegenden,  engineer'ların yaşadığı gezegene ulaşmayı başarıp soykırım yapan David'ın yaratıcı rolüne de bürünerek tanrıyı oynamaya başlaması da filmin altın vuruşlarından birisi bana kalırsa.

Sonuç olarak, aksiyon, gerilim ve ani patlamalar şeklinde vuku bulan korku sahneleriyle süslenmiş ve bir Ridley Scott Alien'ından çok Cameron filmini andıran Covenant, Prometheus'un gerisinde kalmış olsa da David'e biçilen rolün perçinlemesiyle es geçilemeyecek bir film.  

PROMETHEUS

SİNEMA TARİHİNİN EN ÖNEMLİ SERİLERİNDEN BİRİSİ PROMETHEUS İLE DEVAM EDİYOR


Ridley Scott 33 yıl sonra dizginleri yeniden eline alıyor 


İlk filmin öncesine ışık tutan Prometheus'da Scott, aslında ilk filmde bıraktığı izlerin üzerinden tekrar tekrar geçiyor ve çok da yeni şeyler söylemiyor bize; ahlak ve kapitalizm, filmi kapattığınızda ilk filmde olduğu gibi üzerine düşüneceğiniz alt metinler olarak yer alıyor; ancak ilk filmin tersine bu kez din vurgusunu çok daha fazla kullanıyor. Aslında bakılırsa Prometheus seri içerisindeki tüm filmlerden bir şekilde besleniyor; daha doğrusu Alien artık öyle güçlü metinlere sahip bir seri haline gelmiş ki, Prometheus'u izlerken her filmden bir bukle hatırlatıyor izleyene. Gene ilk filmden hatırlayabileceğimiz çarpık doğurganlık ilişkisi, Prometheus'da da kendisine yer buluyor; tek değişen doğurganlığın yeniden kadına yüklenmesi ilk filmin tersine, ancak "şekildeki" sıkıntı devam ediyor.  

Filmin felsefi alt yapısının en önemli parçası varoluşun amacı nedir sorusunun etrafında şekilleniyor. Aslına bakılırsa film doğrudan genel bir amaç sorgulaması yapmıyor da, soruyu önemli karakterlerin hikayesi etrafında eğip bükerek, belirli bir kalıba oturtarak soruyor, cevap arıyor ve varoluşun amacı, yaratıcının amacı nedire geliyor bir noktada. Sonuçta da eleştirilerin tersine (bence) cevabını veriyor:  
"yaratıcı insanoğlunu neden yarattı? yapabildiği için." david'in de dediği gibi, ne kadar da çok hayal kırıklığı yaratıyor değil mi, belki de biz hayata çok fazla anlam yüklüyoruz...  
Dünyanın farklı bölgelerinde buldukları mağara resimlerinde aynı figürlerin, aynı güneş sisteminin tasvir edildiğini çözen ve resimlerdeki figürlerin insanları yarattığına inanan, onlara "engineer" adı veren bir gurup bilim insanı Wayland Corp. aracılığıyla, yaratıcılarıyla karşılaşacaklarını düşündükleri gezegene gider. Bu hikaye etrafında şekillenen film, Alien serisinden alışık olduğumuz "android" David üzerinden kapitalizmin kirli oyunlarını acımasız şekilde insanların üzerinde gene kapitalizmin amacına uygun şekilde (aynı ilk filmde olduğu gibi) uyguluyor.  

Senaryo ağılıklı olarak derdini David ve Doktor Shaw üzerinden anlatırken, makine olmadığı için ruhu yok, bu yüzden hayat amacı da olmamalı gibi bir çıkarım yapmaya sürüklendiğimiz David ve dünya tarihinin en önemli buluşuna imza atan doktor Shaw'ın ahlak anlayışlarındaki farklar dışında varoluş amaçlarına tutunma konusundaki hırs noktasında bir fark yok gibi.  

Shaw, haç takan, ancak mühendislerin insanları dizayn ettiğine inanmayı "seçen", bir nokta da filmde de belirttiği gibi Darwin'i silen; David ise mükemmeliyetin getirdiği mutluluğu, "ruh"u olmadığı için anlayamayacak olsa da, amaca giden yolda her yol mübahtır diyen karakterler. lakin ne Shaw'ın garip inanç dünyası, ne de David'in çarpık ahlak anlayışı filmin dönüp dolaşıp "e bizi mühendisler yarattıysa, peki onları kim yarattı" sorusuna gelmesini engelleyemiyor. Sani Scott sorular sormakta fakat cevap aramıyor, kaçamak cevaplar veriyor gibi. Filmi de kimileri için kırılgan yapan bu.  

Michael Fassbender hiç kuşku yok ki serinin
en unutulmaz karakterlerinden birisine imza atıyor
Filmin sağlam bir kadrosu var; Idris Elba, Charlize Theron, Noomi Rapace ve hiç kuşkusuz serinin en iyi "android" performansını izlediğimiz Michael Fassbender. arızalı karakterlerin üzerine cuk oturduğunu düşündüğüm Sean Harris bonus, The Road'dan sonra gene tanınmayacak halde karşımıza çıkan ve filmin en ironik anlarına imza atan Guy Pierce'da sürpriz. Nedir o ironi derseniz; servetini ve tüm hayatını yaratıcısını bulmak için harcayıp, bulduğunda da sümsüğü yediği gibi ölen Peter Weyland'ın ağzından çıkan son sözler; Wayland, engineer'a soru soracak ve merakını giderecek, belki de ölümsüzlüğün sırrını öğrenecektir ama işler beklediği gibi gitmez, konuşmaya çalıştıkları engineer elinin tersiyle yapıştırır Wayland'a. Wayland'ın son sözleri de "onlardan öğrenecek hiç bir şey yok" olur.  

Film, ucu açık ve devamı gelecek bir şekilde biterken, maceranın devamının çok daha ilginç olacağı izlenimi yaratsa da, macera bir sonraki film olan Alien Covenant'ta beklendiği gibi sürmüyor.

Sonuç olarak, net yargıları olmayan felsefi bir alt yapıya sahip, ancak eleştirel anlamda serinin diğer filmlerinden çok da aşağı kalmayan ama dönemin şartları düşünüldüğünde diğer filmlerin yarattığı dehşeti de yaratmayan bir film Prometheus. Kaliteli oyuncu kadrosu, Michael Fassbender'ın muazzam performansı, Charlize Theron'un aurası, Scott'un gerilim yaratırken mekan kullanımındaki başarısı, nefis görselliği ve başarılı atmosferiyle de tekrar izlenmeyi hak ediyor diye düşünüyorum.  

ALTERED CARBON

ÖDÜLLÜ BİLİM KURGU ROMANI ALTERED CARBON POPÜLARİTESİNİ HAK EDİYOR MU?


Değiştirilmiş Karbon çok fazla iyi örneği bulunmayan tech noir alt türü içinde doyurucu bir kitap


Richard K. Morgan tarafından yazılmış, "Philip K. Dick en iyi roman ödülü" sahibi roman İthaki tarafından hiç fena sayılmayacak bir çeviriyle ve Değiştirilmiş Karbon adıyla bir süre önce raflardaki yerini almıştı. Roman, yakın zamanda Netflix tarafından televizyona da uyarlandı. Dizinin şimdilik sadece ilk bölümünü izlediğim için çok net bir karşılaştırma imkanım yok ancak kitap bazı yönleriyle çok iyiyken, bazı yönleriyle okuyucusunu sıkıyor diyebilirim.    
   
Kitabın iyi noktalarının başında Morgan'ın çok iyi bir aksiyon yazarı olması geliyor. Böylece kitap, daha ilk sayfalarda karşılaştığınız çatışma sahnelerinde sizi içine alıveriyor. Morgan, aksiyonu öyle iyi kurgulayıp kelimelere döküyor ki, sayfaları çevirirken sahneyi birebir yaşıyorsunuz. Bu akıcılık kitabın erotizm yüklü bölümlerinde de kendini tekrar ediyor. Morgan, aksiyon da olduğu kadar erotizm, daha doğrusu sevişme sahnelerinde de oldukça iyi aktarıyor derdini okuyucuya; karakterler arasındaki tutkuyu direkt olarak hissediyorsunuz okurken. Hatta öyle ki, esas oğlan Kovacs'ın, Miriam Bancroft'la seviştiği sahnelerde açlığını, Ortega ile birlikte olduğu sahnelerde duygusal tutkusunu çok başarılı bir şekilde yansıtıyor. Bu noktada diziyle ilgili bir yorum da yapmam gerekirse, okuduğum eleştirilerin bazılarında sex sells konusunun rahatsız edici boyutta olduğu vardı. Lakin bu diziyle ilgili değil de, kitapla ilgili bir eleştiri olabilir öncelikle. bu açıdan dizi  kitabı bu konuda başarılı şekilde yansıtıyor gözükmekte. Gene, sadece ilk bölümü izlemiş olmama rağmen dizi ve kitap arasında bir karşılaştırma yapmam gerekirse, Netflix aksiyon konusunda romanın arkasında kalmış gözükmekte. Kovacs'ın dizinin başında öldüğü çatışma sahneleri kitabın da başında işlenmekte lakin Morgan bu çatışma sahnesini öyle başarılı aktarıyor ki, gerek aksiyon gerekse gerilimi okurken hissetmemek mümkün değil. Görebildiğim kadarıyla dizide bu çatışma sahnesi flashback olarak verilirken bölünmüş durumda ve bu hem tempoyu kesmekte, hem de kurgu gerilim ve aksiyon olarak kitabın gerisinde kalmakta. Gene de ilk bölüm üzerinden şunu söyleyebilirim ki dizi sayfa sayfa yansıtılmış durumda diziye.    
   
Morgan aksiyon ve erotizm konularında ne kadar iyi bir yazarsa, uzun betimlemeleri ve sıkıcı monologları, hatta uzun diyaloglardaki boş cümleleriyle de bu tip sahnelerde okuyucusunu kitaptan biraz koparıyor. özellikle yan karakterlerin arka planlarının net sunulmaması da, karakterler ortaya çıktıkça bir takip problemi doğmasına yol açıyor. bir süre sonra, çok önemli bir yan karakterin dahi ilk ve son işlenişi arasındaki uzun sayfa aralığı nedeniyle "bu kimdi acaba" diye durup düşünmek, geriye dönmek gerekebiliyor; hele ki benim gibi dikkat eksikliği, kitap okurken bile başka başka konular kafasına takıldığı için hikayeden kolayca kopabilen bir insansanız. Bu nedenle, betimlemelerin uzun olması, sıkıcılık yanında kurgunun da teklemesine ve kopukluğa yol açıyor.    
   
Dizinin ilk sezonunda Takeshi Kovacs
rolüyle karşımıza çıkan
Joel Kinneman doğru seçim
İşlenen ana hikayenin ilk oturuşta okuyucusuna enteresan gelmesi de, basit hikayenin olay örgüsünün karmaşıklaşmasıyla sonlara doğru etkisini yitiriyor ve bir müddet sonra kitabın sonunu sıkıcı bir şekilde "katil kim" sorusunun cevabını bulmak için getirmek zorunda bırakıyor okuyanı. Gerçi Morgan son 100 sayfada kurguyu toparlamayı başarıp, Kovacs'ın karakteri etrafında insanı rahatlatan bir çözümlemeye gidiyor, bu da okuma keyfini yerine getirmeyi başarıyor bir nebze. Gene de, hikaye kurgusu, çözülmenin ve yan karakterlerle hikayelerinin sıkıcılığı nedeniyle başlangıçtaki hazzı yaşatmıyor.    
   
Belleğin bir vücuttan diğerine taşınma hikayesi, bunun insan psikolojisi üzerindeki etkilerinin vuruculuğu üzerinde her ne kadar özellikle de Kovacs, Kovacs'ın Ortega ile ilişkisi ve yan karakterler üzerinden anlatılmaya çalışılsa da, kitap bu yönüyle de çok çarpıcı değil. Konu üzerinde gereğinden fazla bile durulmuş görünüyor olsa dahi, sunum sizi içine alacak ve çarpıcı tespitler yapmanızı, aklınızda sorular uçuşmasını sağlayacak vuruculukta değil. Bu noktada sadece Ortega - Kovacs ilişkisi, ikilinin Kovacs'ın girdiği bedenin (kabuğun) Ortega ile geçmişte yaşadığı birlikteliğin getirisiyle ilginç bir hal almakta ve kitabın sonlarına doğru okuyanı memnun edecek beyin jimnastiği yapabileceği ufak tefek okumalar yaptırmakta.   

Netflix'in sunduğu dünya Morgan'ın
yarattığından çok da farklı değil
Morgan'ın kurguladığı dünyanın sunumu fena değil. Ekranda gördüğünüzde de kafanızda çok farklı bir dünya canlandırmadığınızı anlıyorsunuz. Kurgulanan evrenin tarihiyle ilgili ufak tefek bilgi kırıntıları verilmiş olsa da, geleceğin nasıl şekillendiği ile ilgili daha çok bilgi almayı isteyeceksiniz muhtemelen. Morgan bunun ikinci kitaba taşıyacağı bilinçli bir tercih olarak da eksik bırakmış olabilir. Neticesinde kitabı bitirdiğinizde kafanızda başarılı aksiyon ve tutkulu erotizm sahneleriyle bezeli bir dedektiflik hikayesi kalıyor.   

  Kitap kurguladığı dünya ele alındığında bilim kurgu noktasında doyurucu bir kitap. Ana hikaye her ne kadar bir dedektiflik hikayesi olsa da, bu kitapta bilim kurgu, ana hikayenin kopamayacağı parça. Bu noktada okuyucu eğer Blade Runner tarzı bir technoir klasiği arıyorsa memnun olma potansiyeline sahip. Morgan her ne kadar özellikle iç ses ve ana hikayenin çözümlenmesine dair diyaloglar konusunda akıcılık konusunda biraz sıkma potansiyeline sahipse de özellikle aksiyon konusundaki başarısıyla kitabı mesut şekilde bitirmenizi sağlıyor. Böyle bir roman için 10/7, en kötü 10/6,5 alabilecekken, zaten başarılı örnekleri çok fazla bulunmayan tür içinde 10/8 notunu hak edecek bir kitap. 

BLADE RUNNER 2049

BLADE RUNNER 2049 EFSANEYİ 30 YIL SONRA YENİDEN CANLANDIRIYOR



Denis Villeneuve ve Roger Deakins Büyüleyici Bir Devam Hikayesi Sunuyor 


1982 yapımı kült film Blade Runner’ın ardından, hikâyenin kaldığı yerden fazla boşluk bırakmayacak biçimde devam eden Blade Runner 2049, izlerken doğal olarak ilk filmle karşılaştırmaktan geri duramadığınız bir film. Yönetmen Denis Villeneuve ‘un sinemasına aşinaysanız biraz da bu gözle izleyeceğiniz, sinematografi adına ilk filmin üzerine farklı (daha doğrusu daha büyük) bir dünya yaratmış ve görüntü yönetmeni Roger Deakins’ın da, en azından benim için en iyi işi olmuş açıkçası.   

Filmin üzerine saatlerce yazılabilir; bunu yaparken ilk filmle kıyaslama yapacak olursak, sembolizm meraklılarını doyuracak kadar malzeme çıkacağını sanmıyorum ancak, görüntü yönetmenliği ile birlikte teknik manada son yıllarda izlediğim en iyi film; açıkça söylemek gerekiyor ki film, bir elmas edasıyla ince ince işlenmiş.   

Sinemadan ayrılırken, içimde Interstellar, Inception, Arrival, Her ve hatta daha da eskiye gitmek gerekirse Matrix’de yaşadığım doyumu yaşadım. Size, Matrix gibi sinemadan çıktığınız anda yaşam üzerine felsefi sorgular yaptıracak bir film değil muhtemelen. Ancak konuyu işleyiş, yaratılan dünya ve soluduğunuz atmosfer saydığım bu filmler gibi çok da alışık olmadığınız bir dili barındırıyor. Filmden ayrıldığınızda dolu dolu aksiyon sahneleri izlememiş, hayatı sorgulatacak mesajlar duymamış olsanız bile sinema adına belli mertebede bir doyuma ulaşıyorsunuz; hatta itiraf etmeliyim ki, üç saate yakın süresine rağmen, filmin tadı damağımda kaldı.  

Böyle bir filmi anlatmaya nereden başlanır bilemiyorum. Blade Runner’ın cyberpunk kültürüne yaptığı etkinin (katkı değil, doğrudan etki) bu filmde karşılığı ne olacaktır bilmek zor. İlk filmde yaratılan dünya, daha dar bir açıyla, kısıtlı planlarla izleyene ulaşırken, Blade Runner 2049’da daha geniş açılarda gördüğümüz dünya, ilk filmdekine nazaran etkileyiciliğini kaybetmiş görünüyor. Kendi adıma Blade Runner’da karşılaştığım dünyanın, cyberpunk ve kara film türlerinin kusursuz şekilde bir araya geldiği, çok daha tatmin edici bir görsellik sunduğunu söyleyebilirim. Blade Runner 2049 ise daha büyük planlarda, daha büyük bir dünya sunarken size, detaylara odaklanmanızı zorlaştırmış ve ancak planlar ufaldığında ilk filmdekine benzer (şaşırtıcı) sahneler ve detaylar yakalamanıza olanak vermiş. Bu, uzun süresi ve zorlayıcı hikâyesi göz önüne alındığında yaratılan dünyanın görselliği ile ilgili olarak kafanızda bir bütün oluşturmanıza engel oluyor perdenin karşısında. Elbette ki şunu da göz önünde bulundurmak lazım; bu bir devam filmi ve Blade Runner’ın bıraktığı izler üzerine kurulmuş durumda. Blade Runner ise, ilk izlediğimizde türün öncülü olmasının da etkisiyle yumruk etkisi yaratmıştı; en azından benim için.    
  
Söylemek istediğim şu; hatırlayanlar olacaktır, ilk filmde J. F. Sebastian’ın kendi oyuncaklarıyla doldurduğu apartman dahi filmle ilgili analizlerde kendisine yer bulurken, Blade Runner 2049’da Mad Max: Fury Road’da olduğu gibi yaratılan dünyanın bütünü içinde kendinizi kaybederken daha ufak planlarda ilk filmdekine benzer bir odak noktanız (pek) yok.   

Filmde karşımıza çıkan atmosfer ilk filmi aratmıyor

Bu elbette ki sinematografi adına bir başarısızlık falan değil, izleyenin kişisel tercihi ile ilgili bir yorum. Kullanılan renk paletinden yaratılan atmosfere, kostümlerden kullanılan mekânlara kadar bu filmin sinemada çok fazla karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Benzeri bir özenin gösterildiğini hatırladığım son örnek, yukarıda da örneğini verdiğim son Mad Max, Fury Road.   

Üstüne basarak söylemeliyim; şu satırları yazarken dahi filmin yarattığı atmosfer aklımdan çıkmıyor. Her iki filminde yarattığı dünyalar arasında, sunum farklılıkları olmasına rağmen, Blade Runner 2049 da kesinlikle beyninize kazınacak bir görsellik sunmakta. Buna en büyük etkiyse, süresiyle doğru orantılı ağır kurgusu, uzun planları ve Hans Zimmer elinden çıkmış etkileyici müzikleri. İlk filmde Vangelis tarafından yapılmış film müzikleri, sinema tarihinin en etkileyici işlerinden birisiydi hiç kuşkusuz; bu film için de rahatlıkla söyleyebilirim ki, özellikle geniş planlarda size sunulan dünyanın içinde kaybolurken, Zimmer tarafından yazılmış müzikler kesinlikle kurguyla birlikte hareket ediyor ve hafızanızda o sahnelerle yer ediyor. Atmosfer, içinize böyle işliyor işte 2049’da...  

Blade Runner, sinema versiyonundan Ridley Scott’un kendi kurgusuna gelene kadar, Harrison Ford’un canlandırdığı Deckard karakterinin replicant olup olmadığı ile ilgili koca bir soru işareti barındırıyordu. Versiyonlar arasındaki bu kati farklılık, bildiğimiz kadarıyla senarist ve yönetmenin de üstünde ortak payda da buluşamadığı bir noktaydı. Blade Runner 2049 ise, hikâyesini ilk filmin versiyonlar arasında bıraktığı bu muğlaklığı yönetmen kurgusu (Final Cut adıyla piyasaya sürülen versiyon) özelinde verdiği cevap üzerinden yürütüyor. Blade Runner 2049’da ise, “kim replicant kim değil”in cevabı çok daha net veriliyor. Kesin olan şu ki, ilk film felsefi altyapısı göz önünde bulundurulduğunda özellikle de Rutger Hauer’ın hayat verdiği Roy karakteri filmin mottosuna (insandan daha insan) çok daha derin bir yorum katmaktaydı. Blade Runner 2049 ise bu mottoyu filmin başından sonuna kadar çok daha kör göze parmak işliyor, hatta Jared Leto’nun hayat verdiği Niander Wallace karakteri sanki sırf bu nedenle filme eklemlenmiş gibi (ne yazıktır ki işlevsiz) duruyor. Belki filmin konusuyla paralel bir değerlendirme yapmak gerekirse, tersini düşünmek de olanaksız. Lakin bu bilinçli yapılmış gibi görünen seçim,  filmin Hollywood tarzı sonu da göz önünde bulundurulacak olursa, ilk filmin tersine konu kapanmış etkisi yaratıyor ve distopik bir evren içerisinde sizi sonuyla ters orantılı olarak mutsuz ediyor.  

Gerek Blade Runner, gerekse Blade Runner 2049 konu ve hikâye açısından bilim kurguya uzak değilseniz çok şaşırtıcı değil. Filmlerin en büyük numarası, bu hikâyelere kattığı felsefi derinlikleri yanında bunu size sunuş şekilleri. Blade Runner 2049, ilk filmdeki hikâyeyi doğurganlık meselesiyle bir adım daha öteye taşıyor. Film ilerledikçe Ryan Gosling’in hayat verdiği filmin esas oğlanı Joe’nun endişeleri ve umut ettikleriyle insan olmaya ne kadar yaklaştığını görüyoruz. İlk filmin tersine bu kez, başrol üzerinden birçok çıkarım yapmak olası ve ne yazık ki bu kez elimizde bir Roy yok. Filmin başında, Dave Bautista’nın hayat verdiği Sapper Morton’un (karakter oldukça başarılı bu arada) dile getirdiği “mucize” kavramıyla, doğurganlık meselelerini zorlayarak birbirine bağlamak olası ancak din temalı sonuçlara ulaşmak da bu noktada ortaya çıkabilecek bir sonuç. Açıkçası filmin felsefi altyapısını zorlamak için birkaç kez izlemek daha mantıklı. Kendi adıma, filmin yarattığı müthiş atmosfer içerisinde kaybolmayı, zorlayıcı okuma atraksiyonlarına girmekten daha keyifli buldum.  
İki replicantın çocukları olması, bu çocuğun peşine düşen başka bir replicantın ipuçlarını sürerken bu çocuk olduğuna inanmaya başlaması ve “dizayn” edilirken kendisine yüklenen misyonun dışına çıkarak özgür iradesiyle kararlar vermesi ve hatta aşık olması; altında bir çok okuma yapılabilecek bir hikaye olsa da, yaratılan görselliğin, dünyanın, atmosferin bu hikayenin üzerine çıkmış olması filmi birkaç kez daha izlemeyi zorunlu kılıyor diye düşünüyorum.   

Bu noktada şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Aksiyon dolu olmamasına ve uzun süresine rağmen Blade Runner 2049, çok kısa zaman aralıklarıyla tekrar tekrar izlenebilecek bir film bana kalırsa. Blade Runner, yani ilk film ise (film noir estetiğine paralel hikâyenin akışındaki yavaşlığın da etkisiyle) bu kısa zaman aralıklarına (klinik izlemeler hariç) pek elvermiyor. Burada Blade Runner 2049’un çok başarılı bir kurguya sahip olduğunu söyleyebilirim rahatlıkla. Açıkçası film tempo, hikâye ve süresiyle başarısız ellerde fiyaskoya dönüşebilecekken, ilk olarak kurgu, sonrasında ise atmosfer ve oyunculuklar filmden kopmanıza engel oluyor. Hemen eklemeliyim; Denis Villeneuve her işini gözü kapalı izleyebileceğim bir yönetmen ve bu film de bunu perçinliyor. Aynen bir Nolan filmiymişçesine, kime ait olduğunu bilmeden izleseniz dahi perdedeki filmi; stilize estetiği, ağır temposu ama akıcı kurgusuyla bir Denis Villeneuve eseri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz.   

İlk filmde Sean Young – Harrison Ford arasındaki uyumlu gerilim sinema tarihinde gördüğüm en iyi aşk hikâyelerinden birini doğurmuştu. İki oyuncunun arasındaki gerilimden kaynaklanan bu eşsiz aşk hikâyesinin benzeri Blade Runner 2049’da da Joe – Joi arasında da yakalanmaya çalışılmış. "Makine – daha da fazla makine" formülüyle karşımıza çıkan bu aşk ise, ilk filmdekinin tersine gerilimden beslenen “tutkulu” bir erotizmden çok duygusal bir aşk hikâyesine dönüşmüş durumda. Bunda da ana etmen Ryan Gosling ve Joi rolü için seçilen Ana de Armas’ın böyle bir film için fazla yumuşak kalan auraları. Joe ve Joi arasındaki ilişkiye tanık olmaya başladığınızda aklınıza eğer izlediyseniz Her filmi gelecektir bir ihtimal. Açıkça söylemeliyim ki, Luv rolünde izlediğimiz Sylvia Hoeks, bu filmde yaşanacak herhangi bir replicant aşkı için Ryan Gosling’in karşısında olması gereken oyuncuymuş. Filmin hikâyesinden kaynaklanmaktan çok, doğal bir çekim var iki oyuncu arasında ve bu ilk filmdekine benzer bir etki yaratabilirmiş. Aynı şekilde, Ryan Gosling ve teğmen Joshi (Robin Wright) arasında geçen sahneler de, (özelliklede Joe’nun evinde geçen) oldukça iyi.     

Filmin, cgi olarak teklediği en önemli sahne Sean Young’ın, yani Rachael’in tekrar karşımıza çıktığı sahne. Edward James Olmos ve Harrison Ford’un yaşlılıklarıyla karşımıza çıktığı bir filmde, Sean Young’ın da kanlı canlı karşımıza çıkması pek garip gelmezdi bana. Hoş, Deckard da cgi’ın kalitesizliğine tepkisini gösterirmişçesine “gözleri yeşildi, olmamış bu” diyor ama olsun…       
Blade Runner’ın, türün adı her ne kadar The Terminator’de konmuş olsa da tech noir içinde eşsiz bir mücevher olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Film noir ve bilim kurgu’nun bu kadar iyi harmanlandığı başka bir film örneği vermek istediğimizde elimizde zaten fazlaca seçenek yok. Blade Runner 2049’un bilim kurgu tarafında sundukları zaten tartışılamaz ancak film noir tarafında da hakkını vermek, bir iki kelamdan fazlasını edebilmek için tekrar okumaya ihtiyaç olabilir. Gerilimin yer yer müthiş yükseldiği filmin bu açıdan abisiyle karşılaştırmasını yapmak için de iki filmi arka arkaya bir iki kez izlemek gerekebilir. Sinema keyfi adına bu kadar klinik bir izlemeye, incelemeye ihtiyaç var mıdır, orası da meçhul…   

Sansür nedeniyle sinemada izleyemediğimiz bir sahne

Sonuç olarak, başta da belirttiğim gibi son yıllarda izlediğim en doyurucu filmlerden birisi Blade Runner 2049. Tekrar tekrar izlendiğinde hikâyesinde birçok ayrıntı bulunabileceğine eminim. Filmi izledikten sonra, yaşadığım heyecanın üzerine yazdığım bu yazıdaki fikirlerim, sakinleştikten ve belki televizyon karşısında tekrar izledikten sonra değişebilir; ama emin olduğum nokta şu ki, yarattığı atmosfer, oyunculuklar, müzikler ve görsellik hakkındaki düşüncelerim değişmeyecek film hakkında; tek kelimeyle mükemmel…