18 Ocak 2015 Pazar

WATERWORLD


Muhtemelen keşke başkası çekseydi diyeceğiniz filmlerden. Benim ilk aklıma gelen James Cameron. Veya derdini çok daha kör göze parmak anlatmayı başarabilen David Fincher tarzı bir yönetmen. 

Gişedeki müthiş çakılmasına rağmen, eni sonu derdi olan bir film çünkü ( global ısınma dışında, ne kadar klişe olsa da, ne kadar zorlama olsa da aşağıda kendimce yorum yapmaya çalışacağım ). 

Sonlara doğru, insanların emeğini ve duygularını sömüren Deacon 'un sahip olduğu Exxon Valdez 'in batışı, başından beri duygusuz ve sevgisiz denizci karakterinin küçük kız Enola sayesinde birden bire u dönüşü... Kapitalizmi yenecek olan umutlar ve insanların birbirlerine duydukları sevgi. Exxon Valdez, 1985 senesinde dünya tarihinin insan eliyle yapılmış en büyük çevre felaketlerinden birisine yol açan petrol sızıntısının gerçekleştiği gemi. Bu filmde, belki de tabiat ana intikamını, tüm dünyayı sular altında bırakarak ( filmde gerçekten de öyle ) almıştır.

Film 1995 senesinde yapılmış. Sanat yönetimi falan tartışmasız harika, post apokaliptik filmlerin en aydınlıklarından, sanıyorum sıkıntısı bu. aslında Mad Max 'in suda geçen versiyonu olsa, daha çok ses getirebilirmiş gibi duruyor, ama işte dediğim gibi, sistemi ancak barış, sevgi, kardeşlikle alt edebilirsiniz deyince o şansta kalmamış oluyor pek. 

Ben filmi izlerken aklımdan şu kelime geçti hep : steampunk

Kısacası Waterworld, tam olmamış bir film, birşeyler eksik kalmış duygusu hep var. ancak imdb notundan da yukarısını hak ediyor. Biraz aceleye gelmiş gibi durmasının nedeni muhtemelen, başta belirttiğim yönetmen faktörü.

( bu arada, filmin maliyeti 175 milyon dolarmış, açılış haftası yaklaşık 21 milyon dolar getirse de, amerika 'da ki toplam hasılatı 88 milyon dolarla sınırlı kalmış. dünya çapında yaklaşık 175 milyon dolarla, toplamda 264 milyon dolarlık hasılat elde etmiş. ) 

not: Biraz zorlasam küçük kız Enola 'yı da Enola Gay 'e bağlarım da, o kadar da değil film...

17 Ocak 2015 Cumartesi

MOVE FORWARD

THE FLASH 


Francis Manapul ve Brian Buccellato tarafından yazılıp çizilmiş, new 52 dahilinde 1 – 8 arası aylık serinin toplandığı ve 2 ana hikayenin anlatıldığı cilt. Türkçe’ ye Arkabahçe yayınlarından ( flash cilt 1 ileri ) adıyla çıkmış. 
Tam adı The Flash vol 1: move forward 

Doğrusu bu kadar kaliteli bir çizgiroman beklemiyordum, hikayeler bir yana çizimler o kadar muhteşem ki, uzun zamandır göz zevkimi bu kadar okşayan bir çizgi roman okumamıştım. Gereksiz tek bir çizgi / tarama olmadan, Flash ‘ın o ferrari kırmızısı kostümü her karede o kadar arka planlardan koparılarak ve derinlik katılarak renklendirilmiş ki, modellemeler o kadar kusursuz ki, cildi bitirdiğimde okuduğuma çizgi roman değil, sanat eseri diyesim geldi. Özellikle Manapul ortaya kusursuz bir iş çıkartmış belli ki. Ciltte Mob Rule, Captain Cold ve Turbine ile karşılaşıyoruz, ki Mob Rule ‘un hikayesi hiç de fena değil ama tek tek değerlendirmekten ziyade hikayelerin speed force ‘u kavramaya çalıştığımız, Turbine ile karşılaştığımız; Flash ‘ın hızlı koşabilmek için speed force ‘dan faydalandığını, bir adım öncesinde zihninin de faydalanabildiğini kavradığı ve uzay – zaman kavramları içinde yapabildiklerini gördüğümüz hikaye bütünü çok daha kafa yorucu:

Flash ışık hızına yaklaştığı her defasında speed force birikimine, zamanda gedikler oluşturduğuna ve tarih boyunca nesneleri rastgele zamandan çeken yada atan vortexler yarattığına, bir adım ötesinde nesneleri zaman ve uzaydan rastgele çekecek, tüm varoluşu yok edecek bir solucan deliği yaratacağına inanmakta.

Tüm bunları çözmek için kendisini speed force içine hapseder ve burada sıkışmış olan Turbine ile karşılaşarak aslında koca bir enerji yumağı olan speed force ‘da, gücün hareketi sonrası biriken enerji artığını kullandığını ve bir nevi bu biriken enerjinin tahliye kanalı olduğunu çözer. 

Aslında cildin tümü, Flash ‘ın zihninde ki güçlerinin sınırlarının neredeyse olmadığını göstermesinden dolayı oldukça oturaklı. Ancak elbetteki tüm hikayeden bir Batman derinliği beklememek lazım, karşımız da Batman kadar karanlık bir hero yok ( ki DC bu derinliği rahatsız edici şekilde sadece Batman ‘e vermiş gibi duruyor ). Bu noktada flash ‘ın Sheldon Cooper 'ın favori karakteri olduğunu da hatırlatmak isterim. 


Çizgi romanları sevenler kadar, grafikle ilgilenen birisinin de mutlaka edinmesi gereken seyirlik bir kitap olarak düşünüyorum ben bu cildi.


THE PARALLAX VIEW


1974 yapımı, Warren Beatty nin oynadığı, Alan J. Pakula filmi. 

Çekildiği dönemin politik hayatının şartlarını göz ardı etmeden değerlendirmemiz gereken filmlerden aslında. Jfk suikasti, soğuk savaş, Nixon olayı, Kore - Vietnam savaşları ve muhtemeldir ki paranoyanın tepe yaptığı yılların komplo teorileri akla getirilerek izlenirse eğer, açılış sahnesinden itibaren gerilimin doruk yaptığı ve kafayı oldukça meşgul eden muhteşem bir film. 

Bir senatör yanında eşiyle etrafında yeterli koruması olmadan, kendisini neredeyse hedef tahtasının orta noktası gibi belli eden kırmızı bir itfaiyeci baretini kafaya takmış şekilde geçit töreninde açık bir aracın üzerinde selamlıyor insanları. Burada aklımıza Jfk suikasti geliyor ve " işte şimdi yiyecek head shot ı " diyorsunuz. Ancak beklenti, yerini süregelen bir gerilime bırakıyor ve hiç beklemediğiniz bir anda son buluyor senatörün hayatı. Açılıştaki bu gerilim filmin genel havasını da yansıtıyor. Burada tamda komplo teorilerinin hayat bulduğu bir suikast gösteriliyor aslında bize. Silahı ateşleyenle, ateşlediği sanılan kişi farklı, tanıdık bir hikaye. Ancak cinayeti işleyen, elinde silahla yakalananı yem olarak kullanıp kaçmayı başarıyor. Sonrasında gene tüm komplo teorileri ile örtüşecek şekilde, suikastın üzeri devlet kanalıyla çözüldü denilerek kapatılıyor. Bundan sonrası suikast sırasında olay yerinde bulunanların birer birer öldürülmesi ve etrafta bulunan gazetecilerden birisinin olayı çözmeye çalışmasını gösteriyor. Suikastları işleyen bir " şirkete " atıf yapılarak, suikastçilerin " işe giriş sınavlarını " ele geçiren gazeteci, bir yolunu bularak bu kişilik testini doğru sonuçlarla çözerek kendisini şirketin bir parçası yapmaya çalışıyor, yani avken avcı olmaya çalışıyor, hatta bizi de buna bir süre inandırıyor. Şirkete katılma aşamasında yaklaşık bir 5 dakikalık beyin yıkama olarak algıladığım ve aklıma " The Manchurian Candidate " filmini getiren bir sahne var. 

Ancak, aslında av olmaktan hiç bir zaman kurtulamadığını da etkileyici bir final sonunda öğreniyoruz. 
kurulan olay örgüsü, gerilimin azalmaması, kurgudaki bazı kopuk - hızlı geçişlere rağmen film hiç sıkmadan götürüyor kendisini ve bu tip paranoya filmleri arasında en üstlerde ki yerini alıyor. 

THE ZERO THEOREM



Terry Gilliam ustanın 2013 yapımı son filmi. 

Anlaşılması zor, elinde kalemle film izleme, sinemada sembolizm meraklılarının ağzından salyalar akıtarak izleyeceği, ancak gene de zor anlaşılacak, benim de hayatımda izlediğim en zor filmlerden birisi. 

Çok yüzeysel bir şekilde konusunun üstünden geçmek gerekirse, Qohen Leth ( bundan sonra Q olarak geçecektir ), evinde ki telefona kimden olduğunu bilmediği ve kendisine hayatın anlamını söyleyeceğine inandığı bir telefon çağrısı beklemektedir. Ancak, iş yerinde geçirdiği zamanlarda gelecek çağrıyı kaçıracak olmaktan duyduğu korku ve hasta olduğuna - öldüğüne - inandığı için, kendisine verilen işleri evden yapmak istemektedir. Zamanla şirket, bu isteğini kabul eder. Ancak, " her şeyin hiç bir şeye eşit olduğu " sıfır teorisini kanıtlayacak bir görev karşılığında. Film boyunca Q 'nun bu hikaye etrafında şekillenen yolculuğunu izliyoruz. bir çağrının yaşamına anlam vereceğine inat etmiş ve çağrıyı bekleyip durmuş, bunun sonucunda da anlamsız bir hayat sürmüş Q 'nun hikayesi... 

Konu hayatın anlamı / amacı doğrultusunda gelişince, derin bir felsefe, filmin semboller etrafında şekilleniyor olması, hele ki Gilliam gibi bir yönetmen söz konusuysa, yukarıda ki basit giriş, giriş olarak kalıyor. 

Film, derin bir varoluş sorgulaması, din (inanç), tüketim toplumu ve kapitalizm eleştirisi. 

Gilliam 'ın sembolleri, her ne kadar kendi düşüncelerini ifade etme yolu olarak görülebilecek ise de, amaç olarak seyircinin doldurabileceği boşluklar amaçlanmış gibi duruyor. Yada bolca eleştirildiği yönü gibi, Gilliam 'ın daha önceki işlerine nazaran daha özensiz ve düşük profilli bir film. Ben genede, bu aksaklıkların, seyircinin doldurması amaçlanarak bu kadar ucu açık bırakıldığına inanmak istiyorum. 

Gilliam 'ın yarattığı dünya, ne kadar distopik görünse de, bolca bu günün temelleri üzerine kurulduğundan dolayı hiç de yabancı gelmiyor ve açıkçası çokça etkileyici de görünmüyor. 

Bugünden tek farkı, kavramların da, görselliği gibi bugünün abartılmış bir yansıması olması. 

Q yangından sonra terk edilmiş bir kilisede yaşıyor. İnançla bu kadar derdi olan bir adam ( ve film ) için oldukça uygun bir seçim. Tanrının varlığının yansıtıldığı bir vasıta olarak kilise, içinde şirket tarafından Q 'yu izlemek için döşenmiş kameraların yarattığı “ big brother is watching you “ etkisiyle, aslında finale kadar gidecek din – kapitalizm ilişkisini de destekliyor. Her ne kadar bu referans, uhrevi etkisini kimse üzerinde göstermese ve sadece bir mekan olarak kalsa da... 

Film dinle ilgili yargısı konusunda ilk golünü, Q ‘yu kiliseden ilk dışarı çıktığında atıyor. “ everything under control , corporation is watching “ ve “ the church of batman the redeemer needs you! “ slogan ve reklamları arasında kalıyoruz. Dark Knight temel alındığında, Batman bu noktada yanlış seçilmiş bir referans olarak görülebilir aslında. Ortada kendisini bir süper kahraman olarak görmeyen, sadece insanların kendi özgürlükleri için mücadele edebilecek yetkinlik ve aydınlanmaya kavuşana kadar şehrine sahip çıkan bir bekçi olarak nitelendiren bir karakter olsa da, Marvel ve DC gibi yaşamaya çalışmak için satmaya, bu nedenle de insanların süper kahramanlara ihtiyaç duymasına gerek duyan şirketler üzerinden dinin gerekliliğine ve geleceğine yapılan bir eleştiri olarak okunabilir sanırım yapılan. Kapitalizm satmaya ihtiyaç duyuyor, insanlarsa inanmaya. Süper kahraman olsa bile... Bu noktada filmin günümüze yakın bir gelecekte geçtiğini de söyleyebilirim.

Popüler kültüre yapılan göndermelerin sınırı yok aslında filmde. batman bu konuda girişi yaparken, “ Q ‘ya söylenen “ you are the choosen one “ cümlesi, aslında kendini özel sanıp, zorunlulukları aynı olan, kovanda ki diğer işçi arılardan birisi olduğunu fark etmeyen Q üzerinden, zamanla bireyin yalnızlaşması ve kendini farklı görme ihtiyacının dile getirilişi. belki de Q ‘nun problemi de bu. Q ‘nun arayışı temelde hayatın anlamı, varlık sebebi. derinde ise, seçeneğin bol, zamanın az olduğu kaos dolu bir dünyada neye ihtiyacı olduğunu anlama, mutlu olmak için neye ihtiyacı olduğunu bulma arayışı. Hayatını, gizemli bir sesin hayatta ne yapacağını söyleyeceğini bekleyerek geçiriyor. Gelecek çağrının ise telefon hattından değilde, ruhundan geldiğini, onunla bağlantı kurması gerektiğini anlayamıyor. Aynı Batman dini gibi, ihtiyaç duyulmaya ihtiyaç duyuyor aslında. Hayatına bir anlam katabilmek... Bu gerçeği kavradıkça, sevgiye kavuştukça, acı çekiyor ama özgürleşiyor. etrafında ki duvarları kırıyor, önce kilise duvarlarında ki kameraları kırıyor, sonra İsa heykeline bağlanmış kameraların sonuncusunu indirmek için İsa heykelini... 

Filmin yıldızlarından birisi de, Q ‘nun çalıştığı şirketi ( Mancom ) temsil eden Matt Damon. Filmde “ management “ olarak vücut buluyor. Her ne kadar madden görünse de, benim yorumum aslında Q ‘nun yarattığı bir yansıma olduğu. Mancom ‘un sloganı “ Mancom hayatta ki güzel şeyleri anlamlı kılar “. Din – kapitalizm, hangisi olursa olsun, dayatılan ihtiyaçların bireyi sürüklediği yalnızlığı aslında Mancom referansıyla daha iyi görüyoruz. İnternetin bütün evlere girmediği ve kafelerde insanların yan yana oturup, icq – irc üzerinden chat yaptığı günlerde ki gibi, yapılan en akılda kalıcı eleştiri “ adam yanındakiyle konuşmuyor da, internetten yazışıyor “ tarzı, tüketim çılgınlığının sembolü cep telefonları ile, partide bile kulaklıkla müzik dinleyen insanlara, ölmek üzere olan birisini kurtarmak yerine cep telefonu ile fotoğrafını çekenlere, birbiriyle dans ederken bile elinde ki tableti kurcalayanlar ile dolu film. kaldı ki, Q işini Mancom 'da yaparken de görüyoruz ki, insanlar birbiriyle etkileşime girmeden, sadece bir koltuk ve bilgisayar karşısında, " işini " yapıyor. Q 'nun evde çalışmak istemesini desteklemek için sürekli " iyi değiliz, ölüyoruz " yakınması bile karşılığını bulmuyor ve bireyin sömürüsü devam ediyor, Q iş yerinde çalışmaya devam ediyor. Ta ki, Q 'ya sıfır teorisini kanıtlayacağı görev verilene kadar. Bundan sonrası Q 'nun yaşadığı kilisede geçiyor. Şirket tüm kiliseyi kameralarla dolduruyor ( big brother ), bilgisayar sistemini yeniliyor, hatta management 'in oğlu, Bob dahi ona yardımcı olmak için görevlendiriliyor. bu arada, Q ne kadar inanç dünyasında yaşıyorsa, Bob 'da o kadar ateizmi temsil ediyor. 

Q bir süre sonra yaşadığı dünyadaki bu kapitalist ideolojinin antitezini buluyor. Bainsley çıkıyor karşısına, kendisine ihtiyaç duyabilecek, ihtiyaç duyabileceği Bainsley. Bainsley bir nevi eskort kız. Q sperme benzeyen komik bir kıyafetle bilgisayar üzerinden Bainsley ile hayal dünyasında yolculuklara çıkıyor, ihtiyaçlarını keşfediyor, gerçek dünyaya dönmeye başlıyor ve yavaş yavaş telefonu beklemekten vaz geçiyor, belki unutuyor, yada öncelikleri değişiyor, sevmeye başlıyor. Giydiği kıyafet gerçekten komik geldi bana ve gerçekten de sperme benziyor. Belki de kendini yeniden yaratma sürecinde olduğunu düşünürsek, bu; mantıklı bir benzetmedir. 

Filmin başrolü son zamanlarda oscarla bolca haşır neşir olan Christoph Waltz. Mimikleri ve özellikle bakışları o kadar kusursuz ki, o olmasaydı film çok daha fazla puan kaybederdi gibime geliyor. 

Anlaşılması zor bir film. Amaçlanan kesin yargılara varılmasından ziyade, izleyenin kendine göre sonuçlar çıkartması gibi geldi bana. Ucu açık bir çok nokta var, semboller ve referanslar nedeniyle kesin sonuç budur diyemeyeceğiniz bir film. Temelde üzerine kurulduğu söylem son derece vurucu aslında. Bunlar filmi çekici kılıyor, ancak kesinlikle, üzerine kafa yorulmadan izlendiğinde de keyif verecek bir film değil. Gilliam ‘ın benzer diğer filmlerinden ( 12 maymun ve brazil ) bu noktada ayrılıyor. O nedenle, izlemek isteyenin iki kere düşünmesini öneririm, çünkü ilk izlendiğinde çok da bir anlam ifade etmeyecek bir çok noktaya sahip ve ikinci kez izlemeyi gerektirebilecek bir film. 

Ha bir de; Peter Stormare var, daha ne olsun işte. 

“ insanoğlunun en hüzünlü tarafı bir tanrıya inanmış olması. veya başka bir deyişle bu hayattan daha büyük bir amaca inandığı için sürdüğü hayatı anlamsız kılması. 

THE MARTIAN

Andy Weir




“ ...boş bir çöl dışında hiçbir şey yok. Gezegenin meşhur kırmızı rengi demir oksidin her şeyi kaplamasından kaynaklanıyor. Yani burası sadece bir çöl değil. Burası öyle eski ki, gerçekten paslanmakta olan bir çöl. “ 

İşte tam da böyle bir yerde, koca bir gezegende, mars ‘ta görev sırasında bir dizi şanssızlık eseri öldü sanılarak tek başına geride bırakılmış Mark Watney ‘in hikayesini anlatıyor “ the martian “ yani türkçe adıyla Marslı. 

“ Tuhaf bir his gerçekten. Nereye gitsem ilkin araçtan dışarı mı çıktım? Oraya gelen ilk kişi benim! Bir tepeye mi tırmandım? O tepeye tırmanan ilk kişi benim. Bir taşı mı tekmeledim. O taş bir milyon yıldır yerinden kımıldamamıştı... Koca gezegende tek başına kalan ilk kişi de bendim. “ 

Koca bir gezegende, ölümden kurtulduktan sonra hayatta kalmak ve yaşamaya devam edebilmek. Sizi ayakta tutacak ne olacak peki? Umut elbette ki; kurtulma, hayatta kalma umudu. 

“ En büyük tehlike umudunu kaybetmesi. Eğer hayatta kalma imkanı olmadığı sonucuna varırsa, çabalamayı bırakacak. “ 

Çabalamak. İyi bir mühendis ve botanikçi ( ne büyük şans ) olan Watney ‘in hayatta kalma ve kurtulma çabasına şahit oluyoruz kitap boyunca. Elbette ki, koskoca bir gezegende tek başına böyle bir çabalama içine girebilmek, umutlarınızı hayatta tutabilmek için, karamsar değil, tam tersine her şeye pozitif bakabilen, hafif de kırık bir adam olmanız gerekiyor. Ve evet, Watney tam da böyle bir adam işte. hafif kırık ve her şeye pozitif bakan, bardağın hep dolu tarafını gören bir adam. 

Kitabın özellikle ilk yarısında Watney ‘i umutsuzluğa kapılmış, karamsar çok az görebiliyoruz. Kitabın belki zayıf noktalarından birisi de bu. böyle bir atmosferde, insanın normal şartlarda korkudan altına yapacağını düşünebilirsiniz. Ama işte, Watney bir şekilde hep güldürüyor sizi hayata bakışı ile : 

“ Şimdi yanlış bir fikre kapılmayın tabii ki, ben anasının kuzusu birisi falan değilim. Ben sadece arada sırada bebek bezi takan ( gdf elbisesinde takmanız gerekiyor) yetişkin birisiyim. kamptayken evini özleyen bir çocuk değilim ya ? “ 

Peki, sadece dünyadan marsa yolculuğun bile aylar sürdüğü düşünülürse, kurtulma umudunu dünya ile iletişime geçebilme ve kendisini almaya gelecek birilerini bekleme temelleri üzerine kuran Watney, ne yiyor ne içiyor en basitinden diye sorabilirsiniz. seçildiği görev için botanikçi olarak da yetiştirilen Watney, hayatta kalma savaşı sırasında kendi pisliğini gübre olarak kullanarak patates bile yetiştiriyor mars ‘ta: 

“ - Watney: mahsuller patates; şükran günü için hazırlayacağımız patateslerden yetiştirdim.......... ayrıca: mürettebata hayatta olduğumu söylesenize! manyak mısınız, amına koyayım? 
- Jpl: ........... ayrıca, lütfen diline sahip çık. yazdığın her şey, tüm dünyada canlı olarak yayınlanıyor. 
- Watney: bakın! memelere bakın! -> (.Y.) “ 

Hemen hemen her sonucun, kitapta mantıklı bir açıklaması yapılmaya çalışılmış. Yukarıda olduğu gibi Nasa ‘nın, şükran gününü mars ‘ta geçirecek mürettebata verdiği patatesler, o uzun bekleme sürecinde günlük kalori ihtiyacını karşılayacak kaç kilo patates yetiştirilmesi gerektiği hesabına varana kadar. Ve dünya ile iletişime geçtiğinde dahi, gene o alaycı yanını görüyoruz Watney ‘in. kitabı okurken yukarıda ki gibi arada bir karşınıza çıkan küfürler, suratınızda tebessümle okumanızı sağlıyor 400 sayfalık kitabı. gerçek dünyada ( ehm, aslında gerçek mars 'ta ) böyle bir şeyin imkanı yok diyebilirsiniz. inanın bana, üniversitede biyoloji veya kimya okumadıysanız, kafanızda ki soru işaretlerini gidermek için oldukça uğraşmış yazar Andy Weir

“ Kendimi beğenmiş bir tavır sergilemek istemem ama gezegendeki en iyi botanist benim bir kere. 
Bir yerde bir kere mahsul yetiştirdin mi, orayı “resmi” olarak kolonize etmiş olduğunu söylüyorlar. Yani teknik olarak, ben mars ‘ı kolonize ettim. 
kapak olsun, Neil Armstrong! “ 

Sadece yemek değil, patateslerin su ihtiyacı için de Watney ‘in mühendislik kafasından faydalanılmış. kendi sidiğinden su arıtma sistemini kullanarak, hem kendisi, hem ekinleri için gerekli su ihtiyacını da karşılaşıyor Watney. Ve elbetteki, karşısına çıkan sorunlarla, mühendis kafasının verdiği avantajla başa çıkıyor. 

“ Nasa ’ya ne yaptığımı söyledim. (özetle) konuşmamız şöyleydi: 
- Ben: Su arıtıcıyı parçaladım, sorunu buldum ve düzelttim. 
- Nasa: İt herif " 

Yazarın ilk kitabı olmasından sebeple, hikaye örgüsü ne kadar iyi olsa da karşınızda edebi bir şaheser olmadığına eminim. ancak bu hiç bir şekilde kitabın elinizden düşmeyecek bir kitap olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Arada Türkçe 'ye çevrilmesi sırasında yaşanan bazı baskı hatalarını da ( yazım yanlışları) göz ardı edebilirseniz, yağ gibi akıp gidiyor kitap. Arada anlamakta zorlandığım tanımlamalar oldu, işin içine kimya girdiğinde hayal gücümü çok zorlayan sahneler vardı. Hele ki işin içinde Nasa 'da olunca, içi boş bazı kısaltmalar da takibi güçleştirdi. Bazen de okuduğunuzu kafanızda canlandırmaya çalıştığınızda yazarın sonunda yerleştirdiği sürpriz cümlesiyle gülüveriyorsunuz : 

“ Bir elimde ateşleyici, ötekinde oksijenimle masanın üzerinde dururken, uzandım ve bir deneme yaptım. 
ha siktir, işe yaradı! “ 

Ancak; 
Bir süre sonra, Watney ‘in sahip olduğu pozitif ruh hali ve alaycılık sizi öyle bir sarıyor ki, kafaya kitabın hiç bir eksikliğini takmadan onun dünya ile ilk iletişime geçeceği anı beklemeye başlıyorsunuz. Elindeki uydu tertibatı, işin başında harap olduğu için, haberleşme sisteminden yararlanabileceğini düşündüğü, 1997 senesinde mars üzerinde devre dışı kalan Pathfinder ‘ı aramaya çıktığını sürpriz bir şekilde öğrendiğiniz anda örneğin, içinizi bir heyecan kaplayıp “ aslanım benim “ diyorsunuz sizde Nasa ‘dakiler İle birlikte. Yürü be... 

Gün gün, mars yüzeyinde ne yaptığını anlatıyor Watney, Ve aslında biz Watney ‘in tuttuğu bu günlüğü okuyoruz kitap boyunca. arada tabi ki dünyada, Nasa ‘da olanlar ve onu geride bırakan ekibinin yaşadıkları ile birlikte. bazen Watney bunun bilinci ile, bu günlüğü dinleyeceğini tahmin ettiği insanlarla da kafa buluyor, ve gene o sırıtma yerleşiyor yüzünüze : 

“ Etrafta bir kıvılcım oluşturmak için bir sürü tel ve pil vardı. Fakat odunu sadece ufak bir elektrik kıvılcımıyla yakamazsınız. O yüzden yerel palmiye ağaçlarından şeritler kestim. ardından birkaç dal parçası topladım ve tutuşması için yeterli sürtünme sağlanana kadar dalları birbirine... 
Hayır, öyle değil tabii ki. çubuğu saf oksijene maruz bıraktım. Bir kıvılcım çaktım; kibrit çöpü gibi alev aldı. “ 

Watney, zamanının çoğunu kurtulmak için yapması gerekenlerle uğraşarak geçiriyor. Uzun yolculuklara çıkıyor, denemelerini yapıyor. ancak sıkıldığında, ekipten geride kalanların zaman geçirmek için yanında getirdikleri ile idare ediyor. Bazen 6 milyon dolarlık adam gibi modası geçmiş dizileri izlemek zorunda kalıyor, bazense boktan müziklere maruz kalıyor. 

“ Günlük girişi: sol 39 
....barı mideye indirip kumandanımın dinlemek için ne getirdiğine bakalım. 

Günlük girişi: sol 39 (2) 
Disco. lanet olsun, Lewis “ 

İletişime geçmeyi başardığında Nasa ‘dan uydu aracılığı ile müzik göndermesini bile istiyor sonunda. 
işte böyle bir kitap Marslı. Güzel bir hikaye ve her şeye olumlu bakan, kırık bir ana karakter ve onun kurtulmak için umudunu ayakta tutma çabası. Benim tavsiyem kitabı okumadan önce, içine düşülen durumun umutsuzluğunu göstermesi açısından Kızıl Gezegen ( Red Planet ) filmine bir göz atmanız yönünde. Birbirlerinden ne kadar bağımsız olsalar da, filmi izledikten sonra kitabı okursanız çok daha etkili olacağını düşünüyorum. Film demişken, söz konusu kitap Matt Damon 'un başrolünü oynayacağı ( evet Interstellar ‘ı hatırlıyoruz hepimiz ), şimdilik 2015 sonunda gösterime girecek gözüken bir filme çekiliyor. Ve yönetmeni de bu kitabı herhalde sinemaya en iyi aktaracak adam; Ridley Scott. ben Blade Runner, Alien ve Prometheus 'u düşünüyorum da, heyecanlanmamak elde değil. 
Özet geç diyenler için : alın, okuyun. ne gerçekçilik, ne ilk kitap olmasının getireceği rahatsızlıklar. alın okuyun kardeşim bu kitabı. gerçekten iyi bir hikayeyi, iyi bir şekilde anlatıyor. ( ithaki yayınları 2014, türkçe ceviri : Emre Aygün ) 

“ Şimdi sıra bir sonraki görevimde: on iki saat boyunca oturup hiç bir şey yapmamak. başlasam iyi olacak. “