31 Ekim 2022 Pazartesi

 2022 FORMULA 1 AMERİKA GRAND PRIX


Red Bull'un aldığı puanlarla 2022 sezonunu markalar şampiyonluğuyla kapatarak yaklaşık sekiz senelik Mercedes dominasyonuna son verdiği yarış oldu Amerika Grand Prix.

Son yılların en eğlenceli yarışlarından birisi olan Amerika  Grand Prix içinde bir çok hikaye barındırıyor ve bana kalırsa gelen takımlar şampiyonluğu tüm bu hikayeler içinde en az dikkat çekeni.  

Yarışa pole pozisyondan başlayan Sainz jr. kalkışta yerini Verstappen'e kaptırırken ilk virajda da yarış dışı kaldı. Max Verstappen yarışı kazanan isim olurken ikinci Hamilton üçüncü de Leclerc oldu. 

Bitiş çizgisi böyle geçilse de yarışın içinde sıralamanın bir ara Vettel, Hamilton ve Verstappen şeklinde oluştuğunu belirtmek lazım. Yani ilk üç sırayı dünya şampiyonları işgal etti; tam 13 şampiyonluk. Vettel'in yarışı uzun süre ilk sırada götürdüğü bu anlar Formula 1 seven birisi için mutlaka ki eşsizdi...

Vettel'den muhteşem veda
Vettel, lastik değişimi sırasında Aston Martin pitinde oldukça fazla zaman kaybedince (yaklaşık 17 saniye) yarışa ilk altı içinde dönme şansını kaybetti pit dönüşü. Haliyle de ön sıradan koptu. Benzer bir problemi pitte Verstappen de yaşadı lakin Vettel'in ki gerçekten çok büyük hayal kırıklığıydı. İşin güzel tarafı ise, telsiz konuşmalarında kendisinden özür dileyen pit ekibine 'olur böyle hatalar, önemli olan hatalardan ders almaktır' minvalinde bir yaklaşım sergileyen Vettel'in telsiz konuşması ve finish gördükten sonra aracın içinde yaşadığı sevinçti...

Ve güvenlik aracı...

Uçan İspanyol
İki kez girdi piste güvenlik aracı. Bunlardan birisinin kahramanı Alonso ve Stroll'du. Stroll, geçiş anında arkasındaki Alonso'nun geldiği yöne hamle yapınca Alonso, önündeki Stroll'un üstüne çıktı. Araç şahlandı, önden havalandı, pist dışına çıktı ve bariyerlere sürttü. Böyle bir sahne karşısında insanın ilk düşündüğü Alonso için yarışın bittiği oluyor. Ama öyle olmadı; Alonso önce pite, sonra piste döndü. Ardından kaybettiği tüm o zamanlara rağmen kendisini tekrar ön gurubun içine atıp yarışı yedinci bitirdi. O kafayla, o araçla çok acayip bir performans yaptı El Plan ve sanırım bu yarışın da en büyük hikayesini yazdı Vettel ile birlikte. 

Verstappen ve hatta Leclerc'in agresifliğini her turda görsek de bir ara yarışı lider götüren Hamilton sezonun ilk birincilik şansını son turlarda Verstappen'in ellerine bıraktı. İki araç arasındaki farklar görülebiliyor sezon başından beri. Ama tüm bu olumsuzluklara rağmen geçiş sırasında Hamilton'un kayda değer bir savunma yapmaması garip ve sadece araç farkıyla açıklanabilecek bir durum mu, emin değilim. 

Günün kazananı Max Verstappen
Sonuç olarak, lastik stratejilerinden Ferrari'nin tüm alfabeye yedirdiği planlarının konuşulduğu ilginç telsiz konuşmalarına, Hamilton'un eline geçen birincilik şansını  son derece mülayim bir sürüşle ve elinin tersiyle savuşturmasından Vettel'in günün pilotu olmasını sağlayan performansına ve Aston Martin'in inanılmaz pit hatasına, sona eren Mercedes hükümdarlığından Red Bull'un şampiyonluğuna ama en önemlisi de Alonso'nun yıllarca hatırlanacak epik performansı ve kazasıyla hikayesi boş, Formula 1 sevip de izlemeyenin çok şey kaybettiği nefis bir yarış oldu Amerika GP.


Alonso pitten çıkıp piste geri döndükten sonra sağ aynasının bir süre sallanıp direnemediğini ve uçup gittiğini gördük. Haas'ın itirazı sonrası bu durum diğer sürücüler için tehlike arz ettiği düşünülerek cezalandırılmış ve Alonso'nun aldığı puanlar iptal edilmişti. Neyse ki sonrasında bu sefer ceza iptal edilerek Alonso'ya hakettiği puanlar geri verilerek yedinciliği tescillenmiş oldu; alın size yarıştan bir hikaye daha...

Williams'dan yarışa özel muhteşem bir livery. 


30 Ocak 2022 Pazar

ERIC CANTONA

ADADA YABANCI FUTBOLCULARA BAKIŞI DEĞİŞTİRMİŞ ASİ FRANSIZ


"Futbol ortamı çok canımı sıkıyor. Stadyuma gelip maçları izleyen insanların hiçbir hassasiyeti, deliliği, düşünme yetisi yok. Bu ortamda istediğim hayatı yaşayamıyorum. bu yalnızca başka bir hayata, beklemekte olduğum başka bir hayata doğru bir adım atabilmek için yaptığım bir şey.

...futbol basit bir sanat. beni ilgilendiren şeyse yüksek sanat.

...resim yaptığımı herkes biliyor. ama başka tutkularım da var. ben yaratıcı bir sanatçının deliliğiyle yaşamak istiyorum. o sanatçının çektiği acılar ilgimi çekiyor. çünkü büyük sanatçılar hep yanlış anlaşılmışlardır"

Eric Cantona ya da ona takılan lakaplardan birisiyle yazmak gerekirse Canto, Katalan köklere sahip bir Sardinyalı aslında. O asi ve özgür ruhun temellerinde belki de damarlarında akan "Sardinya" ve "katalan" kanı yatıyor. Hayallerinden birisi günün birinde "Espanyol" takımının formasını giymek olmuş ama gerçekleşmemiş. Resimle fazlasıyla ilgili ve yazılanlara bakılırsa fena da resim yapmıyor ama yaptığı resimleri görmek zor; internette ufaktan arasam da bulamadım...

Provence'de Marsilya ve Nice gibi takımlara oyuncu yetiştirerek bir nevi pilot takım görevi gören Sports Olympique Caillolais'de başlamış futbol hikayesi. Yıl 1972, Canto 6 yaşındayken.

Ailesindeki üç kardeş de futbolla ilgilense de Jean-Marie iş adamı ve aralarında bir dönem Manchester United kalesini korumuş Fabian Barthez'in de olduğu bir dizi Fransız oyuncunun menajeri olarak devam etmiş hayatına. Diğer kardeş Joel ise Marseille, Rennais ve Antwerp gibi takımlarda oynamış.

Sedan'la Fransa kupası kazanmış, 1958 dünya kupasında Fransa kadrosunda bulunmuş. Cantona ortaokuldayken yolu onunla kesişmiş Celestin Oliver, Cantona'nın bir gün antrenmandan sonra koridorda İngilizce "kralım ben! kralım!" diye bağırdığını anlatıyor gülerek. İnsanlar daha sonra ona bu şekilde hitap etmeye başlamış zamanla. Lakaplarından birisi de King Eric...

Huzurlarınızda King Eric

"...kurallar yaratıcılığa mani olmamalıdır. O kuralları yıkmak ve sonuçlarına aldırmamak kuralların ötesini hayal edebilme yetisi olanların hakkıdır, hatta belki görevidir." 

Dışarıdan bakınca sanki futbolla arasında bir problem varmış gibi görünen hikayesinin arkasında belki de bu felsefe var. 

14 yaşındayken Olympique Marseille onu izlese de çok yavaş olduğu için transfer etmemiş.

FRANSA MİLLİ TAKIMI, TRANSFERLER, KAVGALAR ve FUTBOLA İLK VEDA

Fransa futbol federasyonu 1958 dünya kupasında alınan üçüncülük sonrası yaşanan başarısızlıklar nedeniyle yetenekli oyuncuları bulmak için bölgesel turnuva ve maçlar düzenlemeye başlamış. Bu maçlardan birisinde Guy Roux yönetiminde yeni yeni başarılar kazanmaya başlayan Auxerre tarafından keşfedilmiş. Onun yeteneklerini keşfeden diğer takım da aynı yıllarda kurulmuş olsalar da Auxerre'e göre çok daha başarılı olan OGC Nice kulübü. Ancak Cantona, Nice'e gittiğinde yöneticilerden forma ve flama talep ettiğinde kendisinden bunların parası istenince Nice'in teklifini reddetmiş. Sonrasında gittiği Auxerre'de aynı taleple karşısına çıktığı Guy Roux ise çantasına bir kaç forma sıkıştırmış...

Auxerre sonrası durağı ise doğduğu şehrin takımı Aarsilya olmuş. Marsilya ile sözleşme imzalayacağı gün Marco Van Basten'li AC Milan'dan da teklif almış ama fikri değişmemiş.

Marsilya'da oynarken milli takım hocası Henri Michel'e kendisini sadece bir maç milli takıma almadığı (muhtemelen onu dinlendirmek ve yeni oyuncuları denemek istedi) için "bok kafalı" demiş. Sonrasında söylediklerinden pişman olup geri adım atsa da milli takımdan 10 ay afaroz edilmiş.

Marsilya ve Torpedo Moskova arasında oynanan bir yardım maçında oyundan alınırken formasını yere atması transfer olduğu ilk günden beri yıldızının barışmadığı Marsilya'da bardağı taşıran son damla olmuş. Sonrasında gene Fransa'nın Bordo takımına kiralık olarak gönderilmiş. Bordo sonrası durağı Montpellier olmuş ama orada da yenildikleri bir maç sonrası soyunma odası koridorunda takım arkadaşına ayakkabı fırlatınca kısa süreli ceza almayı başarmış.

Aime Jacquet, Stephane Paille, Carlos Valderrama, Julio Cesar, Laurent Blanc gibi isimlerle beraber forma giydiği Montpellier sportif direktörü Michel Mezy şöyle demiş Cantona için:

"Ne zaman onu seven birisi bana onu neden sevdiğini anlatmaya kalksa mutlaka kişiliğinde aynı özelliği vurguluyor: insanları mutlu etme arzusunu, onlara bir şeyler vermekten duyduğu hazzı."

Fransa milli takımında Michel Platini'nin yardımcılığını yapan Gerrard Houllier'in söylediğine göre Platini, Canto'yu "le brau geste'e öncelik vermeye çalışan bir gönül adamı" olarak tanımlıyor. (sanıyorum bir nevi güzel futbol)

KURALLAR YARATICILIĞA MANİ OLMAMALIDIR

"...onun büyüklüğü işte burada. o galibiyet ve zafer arasındaki temel farkı algılayabiliyordu. Onda bunu futbol sahasında gösterecek yetenek vardı ve o da bu yeteneği, biraz da kişisel gereklilikten bolca kullanıyordu. Gerisi, yani ego tatmini, şiddet patlamaları, kibir (küstahlık değil) yalnızca ama yalnızca bir şeyler yapmasının engellendiğini hissettiğinde su yüzüne çıkıyordu." 

"Belki topu ilk kez elime alıp okşadığım gün hava güneşliydi, insanlar mutluydu, bu yüzden içimden futbol oynamak geldi. hayatım boyunca o anı yakalamaya çalıştım"

Montpellier sonrası teknik direktörlüğünü Franz Beckenbauer'ın yaptığı Marsilya'ya döner. Kadroda Jean-Pierre Papin, Abedi Pele, Chris Waddle gibi isimler vardır. Bu dönemde Fransa milli takımında teknik direktör de Michel Platini'dir.

Ancak Marsilya'da başkan, Beckenbauer'in işine karışmaya kalkılınca ipler kopar ve teknik direktörlüğe Raymond Goethals getirilir. Bir maçta sakatlanıp uzun süre takımdan ayrı kalan Cantona ise geri döndüğünde Goethals'ın sisteminde sezon sonuna kadar kendine yer bulamaz.

Sonrasında Nimes takımına transfer olur. Bir maç sırasında kendisine yapılan faülü vermediği için topu hakeme atar ve arkasını dönüp soyunma odasına gider. Hakem ona kırmızı kart gösterir ancak disiplin komitesince Cantona'ya dört maç ceza verilir. Normal şartlarda iki maç ceza alacağını düşünen Cantona kendisine ayrıcalık yapıldığını düşünüp komitedekilere "idiot" diye bağırınca cezası iki aya çıkar. Bunun sonucunda da Cantona 1991 yılında profesyonel futbolu bıraktığını! açıklar.

İNGİLTERE GÜNLERİ

Sonrası İngiltere ve Leeds United günleri. Leeds United ile ikinci sezonunda Liverpool'u 4-3 yendikleri Charity shield maçında Wembley'de maça çıkan ve gol atan ilk Fransız oyuncu olmayı başarır. Hatta Wembley'de 3 gol atan ilk Leeds United oyuncusu olmayı da. Üstüne üstlük 1957'den sonra bu maçta 3 gol atan ilk oyuncu olur.

Efsane olarak ayrıldığı Man Utd'daki teknik direktörü Alex Ferguson'un Cantona için söyledikleri dikkat çekici:

"Çok geçmeden onun herkesin zannettiği gibi aşırı özgüvenli biri olmadığını anlamıştım. Eric'in her bakımdan desteklenmeye ihtiyacı vardı"


1996 FA Cup maç sonundan bir kesit. Cantona, Alex Ferguson ve Bryan Kidd ile birlikte

Bununla birlikte daha Fransada iken Nike ile anlaşma yapıyor ve adada George Best'ten sonraki ilk 'şöhret' haline geliyor. evet; 

"66 was a great year for English football. Eric was born" yılları... 1966, İngiltere'nin tarihte kazandığı en büyük başarı olan dünya kupası şampiyonluğunun senesi. Bundan sonra bu ölçekte bir başarı kazanamadıklarını düşününce alegorik bir slogan gibi geliyor bana...

İngilizlerin teknik ve yabancı futbolculara bakış açısının değiştirmesinde Cantona'nın aslan payı olduğu mutlaktır bana kalırsa. İri kıyım, sözünü sakınmayan, kavgacı ama teknik; İngilizlerin örneğine daha önce pek rastlamadığı türden bir oyuncu. 

Juventus'un UEFA kupasını aldığı sene Roberto Baggio'nun kazandığı Ballon d'Or için aday olur ama üçüncü sırada kalır.

Yakaları kaldırma mevzusu ilk olarak 19 eylül 1993 yılında Arsenal ile oynanan ve uzaktan gol attığı maçta göze çarpıyor.





Şu meşhur seyirciyi tekmelediği maçta aldığı cezasından döndüğü sezon gollerle şampiyonluğu getiriyor Manchester'a. Yanlış hatırlıyor da olabilirim ama Manchester'da oynadığı 5 sezonda şampiyonluk kaptırdıkları tek sezon da Crystal Palace maçında yaşanan uçan tekme olayı yüzünden 8 ay ceza aldığı sezon. O sezon Alan Shearer'lı Blackburn Rovers'a kaptırıyorlar şampiyonluğu. Döndüğündeyse gene şampiyon olurlar... Scholes, Becham gibi oyuncuların A takıma çıktığı sezon. Yani temelde Manchester United ve Cantona'nın gelişimi paralel gidiyor o yıllarda. Manchester United'daki son sezonu fiziksel olarak düşüşe geçtiği yıllara denk gelse de Premier Lig'in de ilk şöhreti oluyor aslında. Benim de hatırladığım ilk yıldız Eric Cantona bu anlamda. 


Kırmızı kartın en çok yakıştığı futbolcular listesinde adı vardır mutlaka Canto'nun. Lakin kariyeri boyunca sanırım sadece 3 kırmızı kart görmüş. Birisi de o meşhur tekme olayının yaşandığı Palace maçı. Lakin kartı da seyirciyi tekmelediği için görmüyor. Kartı gördükten sonra basıyor tekmeyi...

Kariyeri sürekli çıkardığı huzursuzluklar nedeniyle oradan oraya savrularak geçse de kiralık olarak oynadığı takımlar bile şampiyon olmayı başarıyor onun kadroda olduğu sezonlarda. Şampiyon olmayı başarmış Leeds United'ın oldukça komik bir paraya Cantona'yı Manchester United'a satması mesela lig tarihinin en önemli kırılma anlarından birisi...

Kaynak: Cantona: The Rebel Who Would Be King

29 Ocak 2022 Cumartesi

ALEX FERGUSON

MANCHESTER TARİHİNİ BAŞTAN YAZAN İSKOÇ




Manchester United başında 1500 maça çıkmış... O maçla birlikte de hem Manchester United'a hem de futbola veda etmiş. Lakin o veda maçı da efsaneye yakışır cinsten; 5-5 biten West Bromwich maçı.

Alex Ferguson o maçı "Manchester United'ı tek bir maçla anlatmanız gerekse 5-5 biten West Bromwich maçı olurdu. Eğlenceli, çılgınca, harika, rezil!" kelimeleriyle özetliyor biyografisinde. 

Maç hem Ferguson'un veda maçı, hem 1500. maçı, hem de Premier Lig tarihinin 5-5 biten ilk maçı olması açısından da ilginç. Deplasmanda 5-2 önde götürdükleri maçta, o zamanlar West Bromwich'da kiralık oynayan Romelu Lukaku hat trick yapıyor, maç berabere bitiyor. Aynı Lukaku bir dönem Man Utd. kadrosunda da yer almış ve gol atamadığı için sıkça eleştirilmişti. Lukaku'nun Man Utd. öncesi durağı ise Everton takımı. Everton aynı zamanda Ferguson'dan sonra Man Utd. teknik direktörü olmuş David Moyes'un da eski takımı. Böyle böyle anlatılacak boş beleş hikayeleri de var yani maçın arkasına bağlayabileceğimiz.

Futbol dışında üç takıntısı var Ferguson'un; Atlar, şarap ve JFK suikasti. İlk ikisini anlayabiliyorum, ki sanıyorum yaklaşık 50 ata ortakmış. Kendisini fazla abartmadan iyi şaraptan anladığını da söylüyor. Ancak JFK suikastine olan ilgisi bana enteresan geldi. Bir İskoç'un, ABD başkanına olan takıntısı Kennedey'nin sağlık sorunlarına, arkasından çevrilen dolaplara ve 3 yıllık kısa görev süresine rağmen gerçekten de o zamanlar dünyayı pozitif anlamda etkilemiş olduğunu düşündürüyor.

Kitaplığının en önemli bölümünü dünya liderleriyle ilgili kitapların oluşturduğu bilgisi onu dünyanın en önemli teknik direktörlerinden birisi yapan insan ilişkilerindeki ve yıldızları yönetmedeki ustalığı, yani liderlik vasıfları düşünülünce hiç de garip gelmiyor. Öyle ki Tony Blair başbakan olduğunda Gordon Brown'dan kurtulma konusunda (her ne kadar Ferguson "superstarlar ile nasıl baş ettiğine" dair sorduğa soruya genel bir cevap verip Gordon Brown'ın isminin geçmediğini belirtse de) Alex Ferguson'dan fikir istediğini yazmış biyografisinde. (o sıralar Gordon Brown, Ferguson'un komşusuymuş bu arada.)

"İşimin en önemli unsuru hakimiyettir. Hakimiyetini tehdit etmeye başladıkları anda onlardan kurtulman gerekir.
...kullanmak istediğiniz takdirde güç işinize yarar ama bunun çoğunlukla işçi sınıfından gelen futbolcular arasında ses getireceğini sanmıyorum. Lakin benim hedefim hakimiyet sağlamaktı. İstediğim takdirde gücümü kullanabilirdim ve kullandım da fakat United'da benim ulaştığım mevkiye ulaştığınız zaman güç de kendiliğinden gelir. O tür bir işte verdiğiniz önemli kararlar dışarıdan bakıldığında genellikle güç gösterisi gibi görünür, oysa işin aslı hakimiyet sağlamakla alakalıdır."

 

YOLU TÜRKİYE'DEN GEÇEN YILDIZLAR

Alex Ferguson değirmeninden geçmiş futbolcular arasında Türkiye'de de forma giymiş olanlar olması şaşırtıcı değil tabi de insanın özellikle de kendi taraftarı olduğu kulüpte oynamış bir oyuncu hakkında Ferguson gibi bir futbol adamından olumlu yorum gelince daha bir ilgi çekici oluyor.


Dirk Kuyt mesela Man. Utd. forması giymese dahi Ferguson tarafından takdir edilmiş hatta kendilerini sıkıntıya sokan Liverpool takımı futbolcuları arasında "en dürüst olanlardan birisi" diyerek işaret ettiği oyunculardan. Bizim de bitmek bilmeyen enerjisiyle tanıdığımız Kuyt, Ferguson tarafından da "takıma, boyu 1,88 iken gelip 1,73 olarak ayrıldığına eminim çünkü bacakları koşmaktan kesilmiş olmalıydı" diye tanımlanmış.

Gene Fenerbahçe forması giymiş ve kısa zamanda taraftarın hafızasında yer etmiş Portekizli oyuncu Nani de Alex Ferguson'un tekniği, mental ve fiziksel özellikleriyle takdirini kazanmış oyunculardan birisi. Man Utd. forması giydiği dönemde Nani'nin içten içe Ronaldo'nun gölgesinde kaldığını yazdığı biyografisindeki satırları okurken anlıyorsunuz. Nani'nin başrolünde olduğu bir kırmızı kart pozisyonu nedeniyle türk hakemlerden Cüneyt Çakır da Alex Ferguson'un aklında yer edinmiş isimlerden birisi bu arada. 2013 senesinde Real Madrid'e kaybettikleri şampiyonlar ligi maçında Çakır'ın Nani'ye gösterdiği ve haksız bulduğu kırmızı kartı da hala unutamamış Ferguson.

"...futbol için harika bir içgüdüye sahipti. Topu iki ayağıyla kontrol edebiliyor, iyi kafa vuruyordu. Fiziki kuvvetiyle öne çıkıyordu. iyi orta yapıp şut çekiyordu. Bütün bu yeteneklere sahip bir futbolcu aldığınızda marifet bunları belli bir düzene sokmaktır. Biraz dağınıktı ve daha istikrarlı olması lazımdı. Ronaldo'nun gölgesinde kalması kaçınılmazdı çünkü Portekiz'den gelen bir kanat oyuncusu olarak bazı nitelikleri onunla aynıydı..."

Hatırladığı tüm futbolcular arasında bir isim var ki ama şaşırtıcı derecede önemli bir yere sahip Ferguson için; o da Robin Van Persie. 

 

Fenerbahçe taraftarının içinde kanayan yara olarak kalmış olan Van Persie'yi neredeyse Ronaldo, Eric Cantona gibi (cantona-esk gibi bir tabir kullanıyor hatta) oyuncularla aynı kefeye koyacak kadar beğeniyor Ferguson. Futbol zekası, tekniği ve fiziğiyle yere göğe sığdıramamış Van Persie'yi. Öyle ki, takıma ilk katıldığı dönemlerde saha içi liderliği verecek kadar değerli buluyor onu.

Van Persie ile ilgili bir diğer ufak detay da oyuncu Arsenal'den ayrılacağı dönem Man City'den de teklif alıyor ancak daha düşük bir ücret karşılığı Man Utd forması giymeyi tercih ediyor.

Yolu Türkiye'ye düşmüş bir başka Man. Utd. futbolcusu ise Beşiktaş formasını giymiş (daha doğrusu yan bağları kopunca çok kısa bir süre sonra İngiltere'ye geri dönmüş) Bebe. Portekizli oyuncu ile ilgili ilginç detaysa (muhtemelen Jose Mourinho'dan Real Madrid'in de oyuncuyla ilgilendiği tüyosunu alması nedeniyle acele etmek istemesi nedeniyle) Ferguson'un ondan "maçını izlemeden transfer ettiğim tek futbolcu" diye bahsediyor olması.

Kendisine iki kez İngiltere Milli Takımı teknik direktörlüğü teklif edilmiş. İlki 2001 senesinde Sven-Göran Eriksson'un göreve getirilmesinden önce, diğeri de Kevin Keegan'ın başta olduğu 1999 civarında. İkisinde de görevi kabul etmemiş, ki şöyle kafa buluyor durumla:

"Beni, bir iskoç'u o işi yaparken gözünüzde canlandırabiliyor musunuz? görevi kabul edip milli takımı alt sıralara düşüreceğime dair espri yapıp duruyordum. ingiltere dünya sıralamasında 150. olacak, 149.da iskoçya olacak diyordum."

Futbolcu sakatlıklarına, daha doğrusu kendi futbol oynadığı dönemler de dahil eski oyuncuların şimdikilere nazaran daha az veya daha kısa süreli sakatlık yaşamasına dair ilginç bir bakış açısı var.

"...çoğu yirmi yıl önceki futbolculara nazaran daha formda ve güçlü oldukları halde Premier Lig oyuncularının eski ligin oyuncularından sakatlığa daha fazla yatkın olmalarının nedenini tam olarak anlayamıyorum. Zemin kalitesinin, yüksek sakatlık oranı ile çok ilgili olduğunu düşünüyorum. gerçek şu ki en iyi statların çoğunun zeminleri, oyunu daha hızlı ve izlemesi daha zevkli hale getirmek için bilardo masası yüzeyi kadar pürüzsüz. Tabii bu futbolcuların düz bir zeminden ve yere sağlam basmaktan kaynaklanan bir güven kazanmalarına, topu daha uzun süre ayaklarında tutmalarına, daha hızlı ve sert mücadele etmelerine de olanak sağlıyor. Dolayısıyla futbolcuların çarpışma hızı, benim top oynadığım dönemden çok daha yüksek bir seviyeye ulaşmış durumda."


"...insanlara demir çubukla vurarak onlardan en iyi verimi alamazsınız. Bunu saygılarını kazanarak, onları zaferlere alıştırarak ve performanslarını geliştirebilecek yetenekleri olduğuna ikna ederek yapabilirsiniz. Bir terör saltanatıyla yöneterek başarısını sürdürebilen herhangi bir teknik direktör aklıma gelmiyor. İngilizcedeki en güçlü ifadenin 'aferin' olduğu söylenir. liderliğin büyük bölümü, insanların sahip olduklarını bilmedikleri %5'lik ekstra performansı ortaya çıkarmakla ilgilidir."

Yukarıdaki alıntıda bahsi geçen "terör saltanatı" sözü aklıma kısa vadede eşekten yarış atı çıkartan, antrenmanların efendisi Felix Magaht örneğini getirdi.



Futbolculuk yılları da aslında fena değil. Ibrox'da Glasgow Rangers'a 3 gol atan ilk futbolcu oluyor. Sonra yolu tek sezon için Glasgow'a düşüyor ama Celtic'le oynanan bir kupa finalinde az buçuk afaroz edilince ayrılıyor takımdan. Aslında gördüğü tepkinin ana sebebini eşinin Katolik olmasına bağlıyor biraz da. Celtic - Rangers çekişmesinin temelinde yatan Katolik - Protestan savaşını düşününce haklılık payı olduğunu görmemek elde değil. Sonrası Aberdeen teknik direktörlüğü ile gelen kupa galipleri kupası, İskoçya şampiyonluğu ve Man. Utd. yılları zaten. Teknik direktör olduğunda antrenman sahası bile olmayan Abeerden ile Bayern Munich ve finalde Real Madrid gibi takımları yenerek (kadroda teknik direktör olarak tanıdığımız Alex Mcleish ve bir dönem Man. Utd.'de de oynamış Gordon Strachan dışında bilindik isim yok aslında. Bir de Ferguson'un Man Utd'a giderken yanında götürdüğü ama pek başarılı olamayan kaleci Jim Leighton) kazandığı başarı da gerçekten etkileyici aslında.

Kaynaklar:
Never Give In, Leading, My Autobiograpy, The Class of 92 

15 Kasım 2018 Perşembe

11 Kasım 2018 Chelsea – Everton Maçı



Chelsea’nin evi Stamford Bridge’de 11 Kasım 2018 tarihinde oynanan ve ev sahibi ekibin maçta tahmin edilebilir defolarını fazlasıyla gösteren maçla ilgili olarak futbolun teknik ve taktik yönüne çok hakim olmasam da kendimce bir kritik yapmaya çalıştım.

Sarri’nin modern futbolun gerekliliklerinden birisi haline gelen göze hoş gelen pas oyununa olan tutkusu nedeniyle ilgimi çeken Chelsea – Everton maçı 0-0 bitmesine rağmen Sarri’nin oyun planının aksayan yönlerine nasıl müdahaleler yaptığını görmek açısından ilgi çekici olacak ve futbolun taktiksel gelişimi yönünde yeni fikirler verebilecek bir maç olacaktı.

Chelsea geriden kurduğu pas oyunuyla sonuca gitme planıyla sahaya çıkan bir takım. Bu oyun kurma planının ilk opsiyonu ise savunmadan çıkan topun ön liberoda gördüğümüz, orta üçlünün en gerisinde konumlanan Jorginho'ya aktarılması. Jorginho, yer yer savunma ikilisi arasına kayarak stoperleri genişletip takımın boyunu uzatarak topu alsa da bu maçta Everton'un çok geride kabul ettiği savunma hattı nedeniyle bu seçenek en azından bu maçta pek işlemedi. Everton'un savunma ve hücum hattını öne çıkartarak önde bastığı nadir ama başarılı anlar da oldu ama maçın geneli orta yuvarlak civarında stoperlerden gelecek topu almak için sağa sola deplase olan Jorginho'yu ve onu adım adım takip eden Gylfi Sigurðsson'u izleyerek geçti. Tabiri yerindeyse 10 numara oynayan santrafor arkası bir hücum oyuncusu olan Gylfi Sigurðsson oyundan çıkana kadar bildiğimiz manada adam adama savunma yaptı Jorginho'ya ve açıkçası nefes de aldırmadı. Tabi Everton bunu yaparken sadece Jorginho'yu adam adama savunmadı, alanları daraltarak muhteşem bir alan savunması örneği de gösterdi. Haliyle Chelsea stoperleri sadece Jorginho'yla topu buluşturamamakla kalmadı, Everton'un yaptığı alan savunması sayesinde başka bir pas opsiyonu da bulamadı.
     
Sigurðsson oyunda kaldığı sürede
Jorginho'yu kilitleme görevini
eksiksiz yerine getirdi
Bu noktada sıkıcı bir maç olduğunu düşünülebilir sahada. Lakin bazı maçlarda 800 pası bulan Chelsea, daha doğrusu Sarri'nin günümüz futbol trendlerine birebir uyan topa sahip olma ve pas oyunu oynama planına karşı Everton'ın geliştirdiği bu stratejiyi nasıl aşacağını izlemek de ayrı bir keyif. (Chelsea bu maçı 713 pasla kapatmış. Gene bir önceki lig maçında total pas sayısı 911).         






Kısacası bir süre sonra maç “Sarri ne yapacak” sorusunun cevabını aradığımız maç oldu. Gördüğümüz ilk planlı müdahale Kovacic'in, Jorginho'nun yapamadığı pas trafiğinin içine girmeye çalışması oldu. Kovacic geriye daha çok geldi, daha çok top aldı, daha çok top dağıtmaya çalıştı. nitekim bu durum oyuncu istatistiklerine de yansıdı ve Kovacic maçı totalde 88 pasla tamamlarken, Jorginho'nun oyundan çıktığında pas sayısı sadece 50 idi. Bu rakamlar, mesela Chelsea'nin bir önceki lig maçında (Crystal Palace) Jorginho'nun 107 pas yaptığını gösteriyor. Aynı maçta, Everton maçında Kovacic'in pozisyonunda oynanan Ross Barkley'in pas sayısı 66. Kısacası, Everton Jorginho'yu kilitlemeyi çok iyi başarırken, yaptığı alan savunması sayesinde Kovacic'in de pas trafiğine dahil olmasına çok müsaade etmemiş.  
        
Topun ikinci bölgeye ulaşamadığı durumda bir diğer seçenek doğal olarak savunmadan atılacak uzun toplar oluyor. Bu noktada da Everton'un yaptığı alan daraltmanın işe yaradığını ve özellikle David Luiz'in salladığı uzun topların oyunu açmada pek faydası olmadığını gördük. Top Jorginho'ya gitmediği için opsiyon olarak istemsizce devreye giren uzun topların zaten rakip savunma yerleşimini tamamladığı için işlerlik kazanmaması normal. Karşı presle kazanılmış ve çabuk kullanılmış uzun toplar daha etkili olabilir belki ama set hücumuna kalkarken pek çözüm olmadığı görüldü.      
    

Chelsea ile benzer bir oyun planı olan ve topu Jorginho'nun pozisyonundaki Fernandinho ile oyuna sokan Man City'de Guardiola, Everton'ın yaptığını yapan takımlara karşı çözümün bir parçası olarak savunmadan uzun topları iyi kullanan Aymeric Laporte ve ayağı son derece olan kaleci Ederson’uı bir dünya para verip transfer ederek buldu sanırım. Chelsea'de de David Luiz ve nispeten Rudiger ayağı son derece düzgün adamlar ve maçın en çok top kullanan adamı David Luiz'in maçtaki pas sayısı da 119. Buna rağmen bu opsiyon set hücumuna kalındığı anlarda top oyuna hızlı sokulamadığı ve Everton savunma yerleşimini tamamladığı için kademeler arasında eriyip gitti.

Sonuç olarak maçın büyük bölümünde Everton'ın planı kusursuz şekilde işledi ve Sarri net bir karşı hamle yapamadı. Bu noktada, elinde farklı meziyetlere sahip daha zengin bir kadro bulunan ve benzer savunmalarla çok daha fazla karşılaştığı için (Klopp, Mourinho başta olmak üzere) çok daha tecrübeli olan ve hatta kadro yapılanmasını bunun üzerine kuran Guardiola'nın takımı Man City ve Everton arasında oynanacak maç da benzer ve keyifli bir strateji savaşı vaat ediyor.


2 Ekim 2018 Salı

K-19: THE WIDOWMAKER

OSCAR ÖDÜLLÜ YÖNETMEN KATHRYN BIGELOW'DAN ÇARPICI BİR DENİZALTI FİLMİ


Liam Neeson ve Harrison Ford'lu Kadrosuyla K-19 Hollywood Klişelerinden de Nasibini Almış


Yönetmenliğini Kathryn Bigelow'un yaptığı, başrollerini Harrison Ford ve Liam Neeson'un paylaştığı 2002 yılına ait bir denizaltı filmi K-19.         
         
Ne kadarını yansıttığı tartışılır olmakla birlikte gerçek bir hikayeden yola çıkan film, Rus donanmasının ilk nükleer denizaltısı K-19'un 1960'larda Atlantik'e düzenlediği ilk seferi ve bu sefer sırasında reaktöründeki soğutucuda meydana gelen arızayla yaşanan süreci anlatıyor. Teknik olarak bir nükleer denizaltının reaktörüne kadar görebilmek filmi eşsiz kılıyor meraklısı için. Kaldı ki K-19 zaten boyutları nedeniyle hayranlık uyandırıcı bir denizaltı. Her ne kadar film boyunca su içinde çok göremesek de, su üstünde ve özellikle de buzullarda çok iyi resimler veriyor K-19.         
         
Denizaltıda geçen, yüksek tempolu ve bir an için iyi bir plan sekans mı izledim ben sorusu sorduran oldukça ihtişamlı bir giriş yapıyor film. Sonrasında, özellikle denizaltıya limandan ayrılmadan önce malzeme yüklenmesi sürecini gösterdiği -her ne kadar kısa da sürse- tek plan çekimde tutturduğu kamera açılarıyla gene kendisini pür dikkat izleten ve bu gibi geneline yayılmış etkileyici ve özenli çalışılmış teknik detaylarla süslü sahneleriyle dikkat çekiyor film.           
         
Liam Neeson filmin başında denizaltının kaptanıyken, Harrison Ford ordunun (parti, komite...) başarısız bulduğu Liam Neeson'un üstü olarak denizaltıya atanıyor denize açılmadan hemen önce. Harrison Ford'un mesafeli ve sert tavrı karşısında Liam Neeson'un adamlarına daha yakın ve temkinli duruşu zamanla ikili arasında gerilimi arttırıyor beklenildiği gibi.          
         
Big brother is watching you
Bir Hollywood hele ki Kathryn Bigelow filmi olduğunu düşünecek olursak filmde Amerikan propagandası olmaması şaşırtıcı olacaktı. Filmin içerisinde Amerika olmadığı için bu iş ters psikoloji misali Ruslar üzerinden yapılmakta. Film; Rusların nükleer denizaltıya radyasyon giysisi koymak yerine kimyasal koruyucu kıyafet vermesi, reaktörü tamir ederken radyasyon zehirlenmesinden hayatını kaybeden askerlerine kahramanlık madalyası vermek yerine onları basit bir kazada ölmüş olarak kabul etmesi gibi, rejimin kendi insanını önemsemediğini kör göze parmak gösteren ayrıntılar verilirken, Amerikayı hayat kurtarıcı rolüne koyuyor -Rus denizaltısı arıza nedeniyle su yüzündeyken,  radyasyondan zehirlenmemesi için denizaltının dışında bekleyen Rus askerleri kurtarmak için amerikan deniz kuvvetleri yardım teklif ederken (Amerika gene kurtarıcı rolünde), Rus askerlerini helikopterden kameraya alan Amerikan de "big brother is watching you" sloganını hatırlatıyor.          
         
Kadro etkileyici
Her ne kadar bir Rus hikayesini anlatsa da buram buram Hollywood kokan, hatta son bölümlerde, duygusal açıdan da yorucu bir film haline gelmeye başlayan (ağlatabilir) ve soğuk savaşla birlikte denizaltının insanı boğan atmosferini de çok başarılı yansıtamayan, ancak arızalanan reaktör soğutucusunun tamir edildiği bölümlerin başlamasıyla gerilimi yükselen ve atmosfer başarısı katlanan, macera filmi olarak değerlendirilecek olursa oldukça başarılı görülebilecek bir film. Ek olarak Liam Neeson ve Harrison Ford'da cabası, her ne kadar ikili arasındaki tırmanan gerilim bir Hollywood klişesi olsa da, özellikle Neeson'un oyunculuğu çok başarılı.       
      
Atmosfer bir denizaltı filmi için fazla canlı kalsa da, hem teknik hem de görsel açılardan (renk kullanımı, görsel efektler, kamera kulanımı, makyaj ve kurgu) bence çok başarılı, hatta tekrar izleme isteği uyandırıyor K-19.     

29 Eylül 2018 Cumartesi

THE HUNT FOR RED OCTOBER

JACK RYAN EVRENİNİN EN ETKİLEYİCİ SİNEMA UYARLAMALARINDAN BİRİSİ

The Hunt For Red October Etkileyici Kadrosu ve Hikayesiyle Gerilim, Aksiyon, Soğuk Savaş ve Denizaltı Temalarını Başarıyla Harmanlamış

Tom Clancy'nin Jack Ryan evreninde geçen aynı adlı romanından aktarılmış, baş rollerinde Sean Connery ve Alec Baldwin'in oynadığı 1990 yapımı film, denizaltı filmlerinin kalburüstü örneklerinden biri gibi gösterilse de, soğuk savaş dönemi temalı bir casusluk filmi olarak çok daha başarılıdır.           
          
Kızıl Ekim adındaki son teknoloji ürünü (sonarda, radarda gözükmeyen) balistik Rus denizaltısının Kaptan Ramius'un komutası altında Amerika'ya sığınma macerasını anlatan film, ekrana yansıyan devasa iç mekan boyutları nedeniyle denizaltıdan çok uzay gemisini andıran Rus ve Amerikan denizaltılarını, araba kovalamaca sahnelerindeki gibi kullanmasıyla da (inandırıcılık yönünden) iyi değerlendiremezken, işin politik gerilim / soğuk savaş kısmında ise Amerikan şovenizmini neredeyse rahatsız edici boyutlara ulaştıracak düzeyde kullanıyor. Özellikle Rus büyükelçinin Amerikalılarla farklı zaman dilimlerinde yaptığı görüşmelerde önce Kızıl Ekim'i, sonra da Kızıl Ekim'in peşine taktıkları alfa denizaltısını kaybettiklerini söylemesi Amerikan alaycılığının tavan yaptığı sahneler oluyor.

Neticede Jack Ryan, Ramius'un denizaltıyla Amirakaya savaşmaya değil yanaşmaya geldiğine üstlerini ikna eden, bir nevi gene savaşı önleyen kahraman, Ruslar kendi ülkelerine sırt çeviren hain -veya tam tersi kendi insanına sırt çeviren Rusya- oluyor.   
          
Jack Ryan rolünde Alec Baldwin
Kızıl Ekim'in, sığınma talebinde bulunacak Ramius'la birlikte Amerikalıların eline geçeceğinden korkan Ruslar elbetteki tüm donanmayı Ramius'un peşine takıyor. Bununla birlikte bir de Amerikan denizaltısı USS Dallas takılınca Kızıl Ekim'in peşine, özellikle finalde işin tadı kaçıyor. Aksiyonla birlikte gerilimin dozunu yükseltmeye çalışırken, atılan torpidolardan kaçınmak için yapılan hamleler denizaltı filmi gerçekliğinin oldukça uzağında, belki "hızlı ve öfkeli" tarzı filmlerin araba kovalama sahnelerinde karşımıza çıkabilecek ciddiyetsizlikte olmuş.           
          
Kadro etkileyici
Denizaltı içinde -özellikle Kızıl Ekim- sürekli yüksek rütbeli subaylarla haşır neşir olduğumuzdan, Ramius ve ikinci kaptan Borodin dışında bir karakterle fazla yakınlaşma şansı bulamıyoruz, ki filmin en büyük eksikliği denizaltıda bir grup rütbelinin haberdar olduğu bu sığınma planından diğer askerlerin haberdar olmaması için verilecek uğraşının üzerinde yükselecek taş gibi bir gerilim. Aslında bunun için doğru karakterler de mevcutmuş; denizaltıda kimliğini gizlemeyi başarmış bir adet Rus askeri istihbarat üyesi ve meraklı bir doktor. Sonuç olarak, her ne kadar Ramius'un  Amerika'ya sığınma talebinde bulunmasının arkasındaki motivasyonun eşini kaybetmesi olduğunu bilsek ve Borodin ile yaptığı Amerika hayalleri konuşmasını dinlesek de, film hızlı akan bir casus filmi tanımına sarılıyor ve belirttiğim gibi denizaltıda geçiyor olmasının avantajını kullanmıyor. Oysa ki, tekrar etmekte fayda var; hikayenin akışında sığınma ile ilgili planları saklama gayretinin de getirdiği denizaltıda sıkışmışlık hissi pekala kullanılabilirdi. Bu açıdan, iyi bir denizaltı filminden çok, keyifli bir casusluk filmi olarak izlenmeli The Hunt For Red October. 

28 Eylül 2018 Cuma

PHANTOM

İYİ BİR DENİZALTI FİLMİ


Sağlam oyuncu kadrosuyla ortalamanın üstünde bir seyir zevki sunuyor Phantom


Başrollerinde Ed Harris, David Duchovny (Fox Mulder) ve William Fichtner'ın (Alex Mahone) oynadığı 2013 yapımı denizaltı filmidir. Denizaltılara, soğuk savaş senaryolarına ilgi duyuyorsanız 10 numara filmdir bana kalırsa, tabi karşınızda Das Boot bulmayı beklememeniz lazım. Benim filmi bu kadar beğenmemin nedeni ise, konusunun yavaş yavaş ortaya çıkan detaylarının ilginçliği ve sağlam kadrosu. Film, rus cephesini anlattığı için taş gibi amerikan aksanıyla konuşan oyuncular başlarda oldukça rahatsız etse de filmin akışı içinde unutuluyor. Gene de, filmin başında görsel referanslar daha iyi verilse imiş bu kısa süreli inandırıcılık problemi de aşılabilirmiş.   
  
Kaptan Demi, emekliliğine sayılı günler kala son görevine gönderilir, hem de kendisi gibi emekliye ayrılıp Çin'e satılacak olan ve sefere çıktığı ilk denizaltı ile. Emir ve görev başlangıcı arasındaki zaman kısıtlı olunca kaptanın tüm mürettebatı bir araya gelemez, bu nedenle kaptanın tanımadığı askerler mürettebat olarak denizaltıya alınır. İki de KGB'li; Phantom adı verilen gizli bir teçhizatla binerler deniazaltıya. Kaptan Demi, KGB'lilerin denizaltıya Phantom adı verilen gizli cihazla Çin maskesi vereceğini ve balistik füzeyle Amerika'yı vuracağını, böylece Amerika - Çin arasında bir savaş başlatacağını çözer. Her ne kadar Ruslar içinde olmadıkları bir savaşı kazanacak olsa da bu durumda, Kaptan Demi, KGB'lileri durdurmaya çalışır. Denizaltı filmleri klişesi olarak KGB'liler kaptanı esir alır, kaptan esaretten kurtulup denizaltıyı tekrar geri almaya çalışır ve aksiyonla birlikte hikaye yürür gider...   
  
Kaptan Demi, epilepsi hastası, arada bir kriz geçiriyor ve daha da önemlisi arada sesler duyup aniden hayaller görüyor. Onun gördüğü bu görüntüler, korku filmi edasıyla ekranda birdenbire belirince zıplayıp gerilebiliyor insan, kaldı ki denizaltı zaten klostrofobik bir ortam.  

Ed Harris tüm karizmasıyla karşımızda
Denizaltının mekan olarak kullanımını başarılı bulduğumu söylemeliyim, en azından o sıkışmışlık hissini verebiliyor film, bu açıdan kendisinden daha başarılı olduğu söylenebilecek bir çok filmden daha iyi bir "denizaltı" filmi.   
  
Kapışma - kaçış sahnelerinde de yönetmen işini iyi yapmış, gerilimi tutturmuş durumda. Zaten geri sayım, denizaltı filmlerinin torpidolardan kaçarken / atarken olmazsa olmazı durumunda ve başlı başına bir gerilim unsuru.   
  
İyi oyuncu kadrosu, fena sayılmayacak ses ve görüntü yönetmenliği yanında takip etmesi keyifli hikayesi ve adının hakkını veren sonuyla konuya ilgi duyanlar için keyifli bir film Phantom. 

26 Eylül 2018 Çarşamba

BLACK SEA


MERAKLISINI ÜZMEYECEK BİR FİLM BLACK SEA


Denizaltı filmleri kategorisine rahatlıkla sokabileceğimiz ve hem bunun, hem Jude Law'ın, hem özenli görüntü yönetmenliğinin hem de bilindik denizaltı filmleri hikaye yapısının dışındaki olay örgüsüyle meraklısının oturup rahatlıkla izleyebileceği bir film Black Sea.     
    
İşindin kovulan bir denizaltı kaptanının, mafya için Karadeniz'de 40 ton külçe altınla beraber batmış Nazi denizaltısına ulaşıp altınları çıkarmasını konu ediyor. İngiliz ve Ruslardan oluşmuş bir ekiple çıktıkları yolculukta ekip, para hırsının ve ölüm korkusunun peşinde sükunetlerini kaybettikçe zengin olma hayaliyle çıkılmış macera kabusa dönmeye başlıyor. Filmin, başarılı kapalı mekan çekimleriyle ekrana yansıttığı denizaltı atmosferi içinde izleyeni ekrana çivileyememesinin tek nedeni ise, senaryo akışında psikolojileri bozulan karakterlerin biraz içi boş kalması ve ekip içinde ortaya çıkan gerilim ve düşmanlığın sonucuna hızlıca varılması. Yani filmin süresiyle de ilgili, olay örgüsünün hızlıca çözüme kavuşuyor olması böyle bir kapalı mekan filminde sizi ekrana tam bağlayamıyor ve yaşananların oldu bittiye geldiğini hissetmenize yol açıyor. Süre biraz daha uzun tutulsa ve karakterlerin derinine işlendiği bir senaryo olsa film sıkar mıydı, o da başka bir soru.     
    
Filmin twist yaptığı, yani hikayenin sizi şaşırttığı bir tarafı da var.     
    
Kaptan, düzmece bir mafya bağlantısıyla, aslında kendisini kovan şirket için altınları çıkardığı bir katakulliye getirildiğini öğreniyor finale bağlanırken    
    
Ancak bu dönüş bile biraz yüzeysel geçilmiş bir ayrıntı olarak kalmış ve ne yazık ki istenen etkiyi yaratamıyor.     
    
Jude Law filmi izlenebilir kılan en önemli faktörlerden
Denizde, denizin altında, denizaltıda kalmanın getirdiği sıkışmışlık hissini başarılı görüntü yönetmenliği ile vermeyi başaran Black Sea, meraklısını denizaltı atmosferini de başarılı yansıtmanın getirdiği avantajla haydi haydi tatmin edecek bir film. Alışık olduğumuz, genellikle ikinci dünya savaşı veya soğuk savaş dönemlerinde geçen denizaltı filmlerinde sıkça karşılaştığımız savaş manevraları, destroyerler, bir başka denizaltıyla kapışma sahneleri yok ve sırf bu bile filmi benzerlerinden ayrı bir noktaya taşıyor.     
    
Sürekli tekrar ettiğim gibi, personelin psikolojilerinin bozulduğu süreci daha ikna edici ele alabilseydi, iyi bir denizaltı filmi sıfatının yanına başarılı bir psikolojik gerilim ibaresi de eklenebilirdi.     

Ancak bu haliyle bile bir çok nedenden dolayı göz atılmayı hak eden bir film. 

BELOW

DENİZALTI FİLMLERİNİ SEVENLERİ TATMİN ETMEYECEK BİR FİLM BELOW


Darren Aronofsky adını görünce heyecanlanmamak gerekiyor


Yapımcı ve senarist kalemleri adının altında Darren Aronofsky'nin de imzası bulunan, büyüleyici atmosferiyle zamanla kült haline gelmiş Pitch Black'den hatırlayabileceğimiz David Twohy'nin yönetmenliğini yaptığı, gerilim ögeleriyle kendini izletmeyi başaran ve ikinci dünya savaşı sırasında geçen, 2002 yapımı bir denizaltı filmi Below. Ancak kısaca söylemek gerekirse, Below iyi bir ikinci dünya savaşı filmi değil, bir denizaltı filmi olarak tatmin edicilik mertebesinin bir tık üstünde ve basit hikayesi ancak bu iki detayın desteğiyle ciddiye alınabilecek hale gelerek onu bir gerilim - korku filmi olarak değerlendirmemizi sağlıyor.      
    
Baştan belirtmek gerekir ki, ikinci dünya savaşının kendine has atmosferini kullanmayı başarabilse, çok daha iyi bir film ortaya çıkabilecekken, bu başarısızlık neticesinde filmde bir "zamansızlık" ve kısmi inandırıcılık problemi oluşuyor.    
    
İkinci dünya savaşı sırasında bir amerikan denizaltısı batan bir ingiliz gemisinden 3 mürettabatı kurtarır ve denizaltıya alır. Denizaltı filmlerinden pek alışık olmadığımız şekilde, kurtarılan mürettebattan içinde bir de kadın olunca bilindik "botta kadın, uğursuzluk getirir" teması alttan alta işlenmeye başlar ve yaşanan gizemli olaylarla birlikte hem denizaltı mürettebatının yolculuk hikayesini, hem de yaşanan gizemli (ve korku filmi temalı) olayların arkasındaki sırları öğrenmeye başlarız. Bahsettiğimiz gizemli olaylar, gerilim ve yer yer korku ögeleriyle seyirciye aktarılırken, klasik denizaltı filmi kimliğinden iyice sıyrılmaya başlayarak denizaltı atmosferini kullanan bir gerilim haline döner film. Altta yatan hikayenin tahmin edilebilir olmasına rağmen ilginç de olması filmi sıkıcılıktan kurtarıyor, ancak bir savaş filmi değil de bilindik numaralarla kotarılmış (ani sesler vs.) bir korku - gerilim filmi izlemiş oluyoruz neticede.      
    
Denizaltının kendine has klostrofobik atmosferi başlı başına bir gerilim unsuruyken, film bu noktada teklemiş, her ne kadar yönetmen yer yer denizaltıyı gerilimin baş rolüne koymaya çalışsa da bu amaç hikayenin bütünü arkasında ezilmiş, mekan kullanımı doğru yapılamamış, genede denizaltı filmlerinin olmazsa olmaz sahneleri (kaçış, çarpışma, dalış, sessizlik, bekleme vb...) filme bir şekilde yedirilmiş ve açıkçası yer yer gerilimi yükseltme konusunda da başarılı olunmuş.     
    
Oyuncu kadrosunda tanıdık yüzler görmek mümkün
Filmin en iyi taraflarından birisi başarılı oyuncu kadrosu. Yan rollerde Zach Galifianakis, Jason Flemyng, Nick Chinlund, Dexter Fletcher gibi tanıdık yüzler ve iyi oyuncular mevcut.     
    
Sonuç olarak ikinci dünya savaşı hakkında pek bir şey söylemeyen ve aslında çekildiği yılı anlatıyor deseniz pek fark edilmeyecek zamansızlık problemiyle basit bir hortlak hikayesi Below ve ancak gerilimi seviyor veya denizaltılara ilgi duyuyorsanız izleyebileceğiniz bir film.     

25 Eylül 2018 Salı

ALIEN COVENANT

ALIEN: COVENANT CEVABINI BEKLEDİĞİMİZ SORULARA IŞIK TUTMUYOR



Düşündüğümüzün aksine son Alien filmi "yaratıcıyı kim yarattı" sorusuyla başlasa da kendisine bambaşka bir yol çiziyor


Prometheus'da bıraktığımız "beni sen yarattıysan, seni kim  yarattı" temalı soruyla açılan Covenant, hikaye olarak da Prometheus'un 10 yıl sonrasında geçiyor ama beklenildiğinin aksine Prometheus'un hikayesini oluşturan "engineer'lar insanları neden yarattı, neden yüz üstü bıraktı..." sorularının cevabını aramıyor, bambaşka bir yoldan giderek kendi hikayesini oluşturuyor ve engineer defterini de sanki geri dönmemek üzere kapatıyor.

Alien, tüm filmleri ele aldığınızda içinden bir çok metin, fikir ve felsefe çıkarabileceğiniz bir seri. Bazen zorlama olsa da film okuma hezeyanını bastırmak için birebirdir. Covenant da geleneği bozmuyor ve David - Walter tiradları üzerinden altını kurcalamak isteyeceğiniz laflar ediyor. lakin, Scott'ın kafayı iyiden iyiye yaradılışa takıp hikayeyi Michael Fassbender'in üzerine yıkmış olması gözden kaçacak gibi değil ve seriyi farklı ama ilginç bir yöne çekiyor.

Daniels karakteriyle Katherine Waterston'ın
canlandırdığı Daniels, Ellen Ripley'in izinden gidiyor.
Prometheus'da Noomi Rapace'in etkili ve Ellen Ripley kalıbı dışındaki performansı Sigourney Weaver'i aratmamış olsa da, Covenant'ta Daniels'ın geçirdiği dönüşüm ister istemez Ellen Ripley'ı getiriyor akla; ve ne yazık ki son derece klişe kalıyor karakter. Yan karakterler de ne yazık ki çok silik ve fazla haşır neşir olmadığımız içinde karakterle bağ kurma imkanımız olmuyor. Geriye dönüp baktığınızda Prometheus oyuncu kadrosunun gücüyle her karaktere eşit süre dağıtılmış gibi akılda kalıcıydı. Daha da geriye gittiğinizde Fincher ve Jeunet filmleri dahi yan karakterler açısından oldukça güçlüydü. Aslında bu sefer David-Walter (evet, Covenant'da Walter, keşfe indikleri gezegende tek başına hayatını idame ettiren David var) ikilisine fazlasıyla yoğunlaşılmış olması, dış mekan çekimleri, aksiyon sahnelerinin yoğunluğu ve erken başlaması gibi etmenlerden aslında karakterleri tanıyacak fazla bir zamanda kalmamış.  

Prometheus'un 10 yıl sonrasında, yaşam koşullarının sağlandığı bir gezegene koloni kurmak için giden Covenant'ın aldığı sinyallerin peşine düşüp yolunu değiştirerek başka bir gezegene yönelmesiyle ve gezegene bir keşif ekibi göndermesiyle şekillenen hikayede Scott, yabancı gezegendeki "bilinmeyen" korkusunu çok başarılı yansıtmış açıkçası. Ekip indiği alanı keşfederken, ben "kesin başlarına bir olay gelecek" diye dakikalarca gerildim. Gerilim ve aksiyon üst düzey olunca filmin altını kazma gereği de duymuyorsunuz. Zaten Scott'da pek kafaya takmamış olacak ki iyiysen, kötüysen, eşcinselsen, sevişiyorsan, gizli gizli sigara içiyorsan ölürsün diyerek filmde kim var, kim yok öldürmüş, herhangi bir ahlaki sorgulama imkanı da yapmamış.

Normalde Scott'tan, yaratığı filmin sonuna kadar göstermemesini bekleriz ancak bu kez aksiyon son derece çabuk başlıyor. Böylece gerilim yanına aksiyon ve gore öğelerle süslenmiş, korku filmlerini aratmayan ani patlamaların olduğu sahnelerde yerleşiyor.

Walter ve David karşı karşıya.
Film en güzel anlarını David'in nasıl soykırım yaptığını anlattığı sahnelerde yaşatıyor. Bir şekilde, doktor Shaw ile birlikte kaçtığı gezegenden,  engineer'ların yaşadığı gezegene ulaşmayı başarıp soykırım yapan David'ın yaratıcı rolüne de bürünerek tanrıyı oynamaya başlaması da filmin altın vuruşlarından birisi bana kalırsa.

Sonuç olarak, aksiyon, gerilim ve ani patlamalar şeklinde vuku bulan korku sahneleriyle süslenmiş ve bir Ridley Scott Alien'ından çok Cameron filmini andıran Covenant, Prometheus'un gerisinde kalmış olsa da David'e biçilen rolün perçinlemesiyle es geçilemeyecek bir film.  

PROMETHEUS

SİNEMA TARİHİNİN EN ÖNEMLİ SERİLERİNDEN BİRİSİ PROMETHEUS İLE DEVAM EDİYOR


Ridley Scott 33 yıl sonra dizginleri yeniden eline alıyor 


İlk filmin öncesine ışık tutan Prometheus'da Scott, aslında ilk filmde bıraktığı izlerin üzerinden tekrar tekrar geçiyor ve çok da yeni şeyler söylemiyor bize; ahlak ve kapitalizm, filmi kapattığınızda ilk filmde olduğu gibi üzerine düşüneceğiniz alt metinler olarak yer alıyor; ancak ilk filmin tersine bu kez din vurgusunu çok daha fazla kullanıyor. Aslında bakılırsa Prometheus seri içerisindeki tüm filmlerden bir şekilde besleniyor; daha doğrusu Alien artık öyle güçlü metinlere sahip bir seri haline gelmiş ki, Prometheus'u izlerken her filmden bir bukle hatırlatıyor izleyene. Gene ilk filmden hatırlayabileceğimiz çarpık doğurganlık ilişkisi, Prometheus'da da kendisine yer buluyor; tek değişen doğurganlığın yeniden kadına yüklenmesi ilk filmin tersine, ancak "şekildeki" sıkıntı devam ediyor.  

Filmin felsefi alt yapısının en önemli parçası varoluşun amacı nedir sorusunun etrafında şekilleniyor. Aslına bakılırsa film doğrudan genel bir amaç sorgulaması yapmıyor da, soruyu önemli karakterlerin hikayesi etrafında eğip bükerek, belirli bir kalıba oturtarak soruyor, cevap arıyor ve varoluşun amacı, yaratıcının amacı nedire geliyor bir noktada. Sonuçta da eleştirilerin tersine (bence) cevabını veriyor:  
"yaratıcı insanoğlunu neden yarattı? yapabildiği için." david'in de dediği gibi, ne kadar da çok hayal kırıklığı yaratıyor değil mi, belki de biz hayata çok fazla anlam yüklüyoruz...  
Dünyanın farklı bölgelerinde buldukları mağara resimlerinde aynı figürlerin, aynı güneş sisteminin tasvir edildiğini çözen ve resimlerdeki figürlerin insanları yarattığına inanan, onlara "engineer" adı veren bir gurup bilim insanı Wayland Corp. aracılığıyla, yaratıcılarıyla karşılaşacaklarını düşündükleri gezegene gider. Bu hikaye etrafında şekillenen film, Alien serisinden alışık olduğumuz "android" David üzerinden kapitalizmin kirli oyunlarını acımasız şekilde insanların üzerinde gene kapitalizmin amacına uygun şekilde (aynı ilk filmde olduğu gibi) uyguluyor.  

Senaryo ağılıklı olarak derdini David ve Doktor Shaw üzerinden anlatırken, makine olmadığı için ruhu yok, bu yüzden hayat amacı da olmamalı gibi bir çıkarım yapmaya sürüklendiğimiz David ve dünya tarihinin en önemli buluşuna imza atan doktor Shaw'ın ahlak anlayışlarındaki farklar dışında varoluş amaçlarına tutunma konusundaki hırs noktasında bir fark yok gibi.  

Shaw, haç takan, ancak mühendislerin insanları dizayn ettiğine inanmayı "seçen", bir nokta da filmde de belirttiği gibi Darwin'i silen; David ise mükemmeliyetin getirdiği mutluluğu, "ruh"u olmadığı için anlayamayacak olsa da, amaca giden yolda her yol mübahtır diyen karakterler. lakin ne Shaw'ın garip inanç dünyası, ne de David'in çarpık ahlak anlayışı filmin dönüp dolaşıp "e bizi mühendisler yarattıysa, peki onları kim yarattı" sorusuna gelmesini engelleyemiyor. Sani Scott sorular sormakta fakat cevap aramıyor, kaçamak cevaplar veriyor gibi. Filmi de kimileri için kırılgan yapan bu.  

Michael Fassbender hiç kuşku yok ki serinin
en unutulmaz karakterlerinden birisine imza atıyor
Filmin sağlam bir kadrosu var; Idris Elba, Charlize Theron, Noomi Rapace ve hiç kuşkusuz serinin en iyi "android" performansını izlediğimiz Michael Fassbender. arızalı karakterlerin üzerine cuk oturduğunu düşündüğüm Sean Harris bonus, The Road'dan sonra gene tanınmayacak halde karşımıza çıkan ve filmin en ironik anlarına imza atan Guy Pierce'da sürpriz. Nedir o ironi derseniz; servetini ve tüm hayatını yaratıcısını bulmak için harcayıp, bulduğunda da sümsüğü yediği gibi ölen Peter Weyland'ın ağzından çıkan son sözler; Wayland, engineer'a soru soracak ve merakını giderecek, belki de ölümsüzlüğün sırrını öğrenecektir ama işler beklediği gibi gitmez, konuşmaya çalıştıkları engineer elinin tersiyle yapıştırır Wayland'a. Wayland'ın son sözleri de "onlardan öğrenecek hiç bir şey yok" olur.  

Film, ucu açık ve devamı gelecek bir şekilde biterken, maceranın devamının çok daha ilginç olacağı izlenimi yaratsa da, macera bir sonraki film olan Alien Covenant'ta beklendiği gibi sürmüyor.

Sonuç olarak, net yargıları olmayan felsefi bir alt yapıya sahip, ancak eleştirel anlamda serinin diğer filmlerinden çok da aşağı kalmayan ama dönemin şartları düşünüldüğünde diğer filmlerin yarattığı dehşeti de yaratmayan bir film Prometheus. Kaliteli oyuncu kadrosu, Michael Fassbender'ın muazzam performansı, Charlize Theron'un aurası, Scott'un gerilim yaratırken mekan kullanımındaki başarısı, nefis görselliği ve başarılı atmosferiyle de tekrar izlenmeyi hak ediyor diye düşünüyorum.