16 Mayıs 2015 Cumartesi

THE MASTER


Filmden ziyade, kendisini tiyatro gibi izleten bir sanat eseri The Master. Sinemaya giderken izleyeceğim filmi seçmeye çalışıyorum genelde. Neyle karşılaşacağımı bildiğim, kalburüstü, ne vereceği hemen hemen belli filmler. Bu nedenle, ister istemez perdenin karşısında önce görselliğe, sonrasında ise hikayeye kaptırıyorum kendimi. Bu yüzden sinemadan çıktığımda kafamda oyuncularla, oyunculukla ilgili net fikirler olamıyor. Bazen öyle etkiliyor ki hatta görsellik ve hikaye, oyunculuğa hiç takılmadan aynı filme tekrar gitme ihtiyacı hissediyorum. Bu kuralı belki de sadece The Truman Show bozmuştur bu güne kadar. Hikaye ve görsellik kadar, o suni gerçekliğin için de Jim Carrey filmin önüne geçmişti. Tiyatro ise tam tersi, dekor, hikaye vb. hiçbir olgu oyunculukların önüne geçemiyor benim için. Çoğu zaman tiyatrodan çıktığımda, ne anlattı bu oyun durumu yaşıyorum, oyunculuklara kendimi kaptırdığım için. Bir nevi Birdman durumu. 

The Master işte böyle bir film. Hikaye olabildiğine zorlu virajlarla dolu aslında. Söylemeye çalıştıklarını anlamak kafa yorucu. Ama daha filmin ilk dakikalarında hiçbir konu, Joaquin Phoenix 'in oyunculuğunun önüne geçemiyor. Adamı izlerken ne hikayeye, ne söylenmek istenenlere odaklanabiliyor insan. Fiziksel deformasyonu öyle iyi yansıtıyor ki perdeye, koyarım filmin götüne deyip, Joaquin Phoenix 'i izliyorsunuz artık. Üstüne bir de Philip Seymour Hoffman gibi olağan üstü bir oyuncu da çıkınca, tiyatro gibi izliyor insan filmi. İkisinin birbiri ile karşı karşıya kaldığı ,diyalogların olduğu sahneler, kesinlikle " ihtişamlı ". 

Son zamanların en yetenekli ve boşa kurşun atmayan adamı Joaquin Phoenix 'in performansını izlemek için, mutlaka zaman ayrılması gereken bir film. Söylediğim gibi, fiziksel deformasyonu o kadar iyi taşıyor ki sahneye, ruhsal gelgitleri ve kafada ki problemleri sadece vücut diliyle gösterebiliyor ve ne senaryo, ne hikaye, ne görsellik, hiç bir kavrama takılmadan sürüklüyor filmi. 

Filmin imdb notu 7.1 . Bunun nedeni muhtemelen filmin derdini anlatırken çok fazla zorlaması insanı. Sürekli kafa yormak, düşünmek gerekiyor filmin derdini anlamak için. Aksiyon vb. olmadığı için de belli bir noktada sürükleyicilik problem oluyor ve benim gibi oyunculuklara kaptırmamış iseniz kendinizi bu soğutuyor izlerken. Az buçuk elinizde kağıt - kalemle izlemenizi gerektirecek bir film bile diyebilirim. Bu nedenle aldığı puan biraz problemli, ancak oyunculuklar açısından bakılırsa kesinlikle daha yukarılarda bir puanı olması lazım, ki bu puanın da aslında daha düşük olmama nedeni gene oyunculuklar diye düşünüyorum. Amy Adams 'da oldukça etkileyici. sahip olduğu statüye uygun tavırları olması gerektiği gibi gösteriyor ve inandırıcılıkla ilgili hiç bir sıkıntı yaratmıyor. 

Joaquin Phoenix en iyi oyuncu, Philip Seymour Hoffman en iyi yardımcı erkek, Amy Adams 'da en iyi yardımcı kadın oyuncu ödüllerinde oscar adayı olmuş. 

JUSTICE LEAGUE: THE VILLAIN'S JOURNEY


İlk cilt gibi gene YKY tarafından türkçeye çevrilen, DC Comics Justice League serisinin ikinci cildi. 

İlk tanışma faslı birinci ciltte tamamlandığı için daha derin mevzulara giren ( bunda cildin kötü karakteri David Graves 'in ince kurgulanmış planının da büyük payı var ) bir hikaye sunuyor. 

Yarı tanrı gibi görünen süper kahramanlarımızın da zayıflıkları olduğu vurgusu yapılarak insani yönleri gösterilmeye çalışılmış, bu sayede okuyucuya karakterleri daha iyi anlama şansı verilmiş. En dikkat çekici olan ise hikayenin sonunda Superman - Wonder Woman ilişkisi için çizilen imaj. Karakterlerin kendi aralarında ki takım olma kavramı üzerine de kafa yordukları hikayede, süper kahramanlara verilen halk desteği ile, olan bitene müdahil olma isteğinde bulunan ve halk tarafından başarısızlıkları nedeniyle ( ekonomi, eğitim vs. gibi nedenlerle ) artık kendi görevlerini dahi Justice League 'e bırakmaları temennisinde bulunulan hükümette yer buluyor. 

Ciltte karşılaştığımız tanıdık DC karakterlerinden birisi de, kendisini gruba dahil ettirmeye çalışan Green Arrow, her ne kadar reddedilse de. Tabi bu gruba dahil olma isteğinin nedeni, işlere müdahil olmaya çalışan hükümetin, gruba başka bir grup üyesi daha sokma çabası. 

İlk denemesinde Green Lantern 'den şöyle bir karşılık alıyor hatta Green Arrow. : 
" takımda adında green olan biri zaten var. ismini blue arrow olarak değiştir, o zaman bakarız "
hatta Batman 'ı göstererek bu isteği şöyle yorumluyor : 
" hiç bir gücü olmayan adamımız zaten var. Batman bileğini falan burkarsa seni ararız " 
Bu sefer elimizde ilk cildin aksine daha derin ve mistik bir hikaye, biraz daha az aksiyon ama çok daha iyi bir kurgu bulunmakta.

JUSTICE LEAGUE: ORIGIN



Justice League 'in, Darkseid 'in şehirleri işgali sonrası ilk kez bir araya gelişini ve buna paralel Cyborg 'un ortaya çıkışını ve yaşananlar sonrası insanların süper kahramanlara bakışının nasıl değiştiğini anlatan bir hikaye sunuyor. 

Flash 'ın ilk etapta nedense " süper yedili " diye adlandırdığı ve Superman, Batman, The Flash, Aquaman, Wonder Woman, Green Lantern ve Cyborg 'dan mütevellit grubun ilk macerasını anlatan cildin çizimleri başarılı olmakla birlikte hikaye aksiyon açısından tatmin etse de, derinlik olarak pek aradığınızı bulamıyorsunuz. Elbetteki bunun nedeni, bazılarının birbirlerinin varlığından dahi ilk kez haberdar olan süper kahramanların bu tanışma faslı ile birlikte Darkseid 'e de karşı koymaya çalışması ve tüm bunların tek bir ciltte verilmeye çalışılması. Eldeki hikaye tek bir ciltte değil de, en azından aynı kalınlıkta iki cilde sığabilecek bir arka plana sahip. Kaldı ki, Cyborg un da ortaya çıkış ( doğuş ) hikayesi veriliyor aynı kitap içerisinde. Elbette, bu kadar fazla kahramanın, arka planlarına inilmeden hikayenin anlatılmaya çalışılması gerekliliği de, bir noktada eksiklik hissettiriyor. 

Bunlara ek olarak özellikle Green Lantern etkisiyle tatlı bir mizah havası var cildin. 

Komik kontenjanından grupta öne çıkan Green Lantern dışında grup içinde göze çarpan karakter elbette ki Batman. Diğer karakterlerin aksine süper güçleri olmaması nedeniyle bir şekilde karizması ve liderlik vasıfları ile kendini belli ediyor ve bu özelliği ile, Superman 'ın peşinden giderken, Green Lantern gibi kahramanlık gösterilerini kendini ispat amacıyla gerçekleştiren alaycı bir karaktere dahi gruba kısa süreli de olsa liderlik etme ve toparlama vasfı yükleyebiliyor. 

Green Lantern bu duruma batman 'le diyalogları esnasında söyle değiniyor: 
" senin süper gücün ne peki? psikoanaliz mi? " 

Grup içerisindeki misyonuna tekrar değinmek gerekirse Batman 'ın, ekibin ilk dörtlüsü terk edilmiş bir gazete matbaasında bir araya geldiklerinde birbirlerini tartıp güçleri hakkında ve bununla ilişkili olarak karşılaştıkları durum ile ilgili olarak ne yapabileceklerini konuşurken Flash şöyle bir soru soruyor Batman 'a : 
-sen ne yapabilirsin batman?
-konuya odaklanmamızı sağlayabilirim. 

Batman 'le ilgili öyle bir yorumu var Green Lantern 'in, ona da bu noktada değinmek gerek: 
" Batman kıl herifin teki " 

Green Lantern ve Batman 'in, Superman ile ilk karşılaşmaları da dillere destan aslında. Birbirlerini anlamayıp kavgaya tutuştukları sırada, Batman hakkını şöyle veriyor Superman 'ın: 
" onu durduramazsın Lantern. Çok güçlü. Çok hızlı " 

Flash 'da bu kapışma esnasında Lantern 'in yardım isteği ile gruba dahil olmakta. Lantern 'ın yardım isteği, Flash ile aralarında şöyle bir diyaloğa sahne oluyor : 
-sana gerçekten ihtiyacım var dostum
-Metropolis 'te yedinci cadde ile ana caddenin kesiştiği yerdeyim, ee yedinci ve Broadway 'ın kesiştiği yer.
-konuşan kim? (arkada Batman bir şeyler anlatıyor, Flash bu sesleri duyuyor )
-Batman yanımda
-Batman gerçek mi?
-evet ve çok gıcık bir herif
-yine ne yaptın?
-hiç bir şey yapmadım
-sen her zaman bir şeyler yaparsın
-kavgayı ben başlatmadım
-ne kavgası?
-ee ben ve Batman, Superman 'a karşı
-Superman 'mı? manyak mısın?.... 

Kıssadan hisse, özellikle Lantern 'in mizah dolu karakteri ile güldürüp, aksiyonu ile kendini bir kerede okutan, çizim konusunda tatmin edici ve koleksiyonluk koca bir cilt origin. 

YKY ( Yapı Kredi Yayınları ) tarafından türkçeleştirilmiş ve ikinci cildi de piyasaya çıkmış durumda.

15 Mayıs 2015 Cuma

DEADPOOL KILLS THE MARVEL UNIVERSE

DEADPOOL


Adından da anlaşıldığı gibi Deadpool 'un Marvel evreninde kim var kim yok temizlediği macera. 

Neden yapıyor bunu sorusu, cevabı en zor verilecek soru belli ki. Durumu, çizgi roman evreninde bir karakter olduğunun farkında olan ( 4. duvarı yıkmış durumda yani, aslında kendisi bunu dans eden, aşık olan, ölen, acı çeken birer kukla olmak olarak tanımlamakta ) tek kahraman olmasıyla ilişkilendirebilmek mümkün. 

Deadpol 'un biraz da tüm karakterleri ortadan kaldırırken kendi adına sarf ettiği " asla var olmamış olmayı istiyoruz " cümlesi aslında biraz yol gösterici olabilir, onun bu eğlencesine ışık tutmaya çalışırken. Kendisi ile birlikte diğer karakterlerinde popüler kültürdeki durumuyla ilgili sıkıntısı var belliki ve bu uyuz olma durumu yönlendiriyor biraz da onu. 

Deadpool 'un dünyayı her anlamda olduğu gibi görüyor olması ve kaos un bildiğimiz dünyanın süregelen parçası olması da eklenince eldeki verilere, onun gibi bir karakter için neden aramaya gerek kalmıyor aslında. Kaos derken, zaten çok korkmuş bir toplumun, en büyük korkuları gerçek oluyor bir manada. 

Çizgi romanlarda karşılaştığım suç ve kaos kavramlarında, kafamdaki referans hep Nolan 'ın Dark Knight 'ta yarattığı Joker oluyor aslında, burada da belirtmek gerek. Aslında, suçun, belki de kötülüğün hayatın doğal parçası olma durumu, normal bir davranış olarak kavranması gerekliliği, farklı bir yorumla olsada, Deadpool 'un karakterinde de kendini gösteriyor.

Kısacası, bizi akıl hastanesinde deli gömleği ile karşılayan ve Örümcek Adam 'ın " şu geveze kahraman olayını da benden çaldın zaten.. " dediği ( ironiye dikkat ), " geveze " deadpool 'un deli olduğunu düşünmek ne kadar normal olsa da, 4. duvar farkındalığını göz önüne aldığımızda misyonuna anlam vermemek mümkün değil, "neden" sorusuna cevap vermek zor olsa da. 

Çizgi roman oldukça kısa, çizimler tatmin edicilikten uzak ve özensiz görünmekte. Ortada her ne kadar eşsiz bir fikir olsa da, eldeki kitap vadettiğini verebilmekten uzak. Bunun ana nedenlerinden birisi de aslında kısalığı muhtemelen. Örümcek Adam, Wolwerine, Thor ve Hulk dışında akılda kalıcı bir karşılaşma olmamakla beraber ( evet Avengers 'a düzenlenen saldırı da zekice kurgulanmış anlara sahne oluyor az buçuk ) insan tüm Marvel evreninin bu kadar kısa zamanda yüzüstü biçilmesini -en azından bir kere olacak bir olay olduğundan- tadına vara vara okumak istiyor. Kaldı ki, değinilen karakter mücadeleleri bile pek tatmin edici değil, Örümcek Adam belki biraz... 

Deadpool 'un çizgi roman karakteri farkındalığı arada keyifli okumalara yol açıyor. Gerçekten işini bitirirken gördüğümüz ilk kahraman olan Örümcek Adam ile olan mücadesi mesela, bahsettiğimiz farkındalığa yaptığı vurgu etkileyici ve bulunmak istenirse, aranan amaca da ışık tutucu: 
- Senin gibi olmadığım için şanslısın. yaptıkların yüzünden seni öldürmediğim için çok şanslın
- Öyle mi? İsteseydin bile, karakterden çıkmana izin verirler miydi sanıyorsun? 

Öldürdükleri arasında yok yok, ancak sıra Wolwerine 'e gelene kadar Deadpool 'un çizgi roman dünyasına getirdiği aldatıcı eleştiri de vurucu olamıyor. Deadpool 'un gerçekten en fazla ciddiye alınacağı, yada alınmaya başlanacağı an :
"ölümün kıyısından geri dönmeye olan eğilimin, iyileşme özelliğin ile alakalı değil. senin mutant gücün rejenerasyon değil, popülerlik
kelimelerini wolwerin'e sarf ettiği anlar sanırım. 

Çizgi roman - gerçek dünya arasında ki bağlantıya Deadpool tarzı dokunuş yapılan çizgi romanın sonu da eğlenceli olmakla beraber, ihtiva ettiği hikaye itibarı ile koleksiyonluk olmayı hak ederken, aynı durumu çizim kalitesi için söylemek zor söz konusu cilt için. Birde hikaye ile ters orantılı uzunluğu sıkıntı olmasa, aslında adından daha büyük bir efsane olabilirmiş, çünkü şu haliyle bütün olarak değil, isim olarak hatırlanabilirliği var. 

Deadpool: killogy serisi 1 ( deadpool killogy ) olarak da numaralandırmış Türkçe 'ye çeviren JBC Yayıncılık. Devamında Killustrated ve Deadpool Kills Deadpool geliyor, ki hepside Deadpool Kills Marvel Universe gibi dört sayılık mini seriler.

THE TOWN



Baya baya iyi bir film The Town.

Sırtını aksiyona dayamış basit bir soygun filmi olmaktansa, uzun ve doyurucu diyaloglar yanında, olabildiğince derinlemesine yansıtılmış karakterleri ile aksiyonu harmanlayıp hem dramatik havasını hemde gerilimi yükseltmiş bir film olma yolunu seçmiş The Town.

Doug ve Krista 'nın, özellikle filmin sonuna doğru gözetleme evinde gerçekleştirdiği tiyatral konuşma sahnesi gibi, oyunculuk konusunda da tatmin edici sahneleri var ( bu noktada, Eyes Wide Shut 'ta, Kidman - Cruise ikilisinin dumanlı kafayla çektikleri yatak odasında ki diyalog sahnesi geliyor aklıma, aynı teatral, hipnotize edici etki var bu sahnede de, gerçeklik duvar gibi çıkıyor karşısına izleyenin), ki filmde ki rolü ile oscar adaylığı bulunan Jeremy Renner 'ın yarattığı, tek başına her daim gerilimi yukarıda tutan, insanı kendisi gibi tetikte bekleten tekinsiz bir tip de mevcut filmde. Karakterlerin bulundukları çevre düşünüldüğünde, gerçekliği de tartışılmayacak diye düşünüyorum. Ben Affleck 'de oldukça iyi, bununla birlikte dinginliği ve sakinliği de filme denge getirmiş, ki filmin salt suç veya soygun filmi olarak algılanmasının önüne geçen ana faktörlerden birisi de aslında yaratılan karakterler arasında kurulan bu denge gibi duruyor. Jon Hamm 'ın da açıkçası karizması ve ekranda görünmesi bile yetiyor diye düşünüyorum.

Aksiyon ve gerilim oldukça doyurucu, soygunlar, kovalamacalar, kaçışlar... Haliyle işin doğasına uygun olarak görevlerini yerine getirip aksiyon hanesine artı puan yazdırıyor filmin. Yukarıda da belirttiğim gibi, diyalog ve karakter gelişimine de yer verilmesi, filmi değerli kılan ana faktörler. Bu haliyle, salt suç sahnelerinin bile tek başına işlevlerini, kurgu ve görüntü olarak kusursuz bir şekilde yerine getirdiğini ve türünün iyilerinden olduğunu tekrar etmek isterim, ki sadece ingilizlerin tercih ettiği tipte bir suç filmi yapılmaya çalışılsa bile ortaya çok iyi bir iş çıkacakmış intibası bırakıyor. Ve evet, filmin suç filmlerine yaklaşma tavrı, holivud 'dan ziyade İngiliz sinemasına aitmiş gibi bir intiba bıraktı bende, ki bu da değerli bir seçim benim bakış açıma göre.

Hikaye akışının, filmin bu kadar uzun olmasına rağmen rahatsızlık verdiği tek tük "hızlı" diye tanımlayabileceğimiz anları var, bunun dışında kurguda, görüntülerde yağ gibi akıyor ve özellikle görüntü yönetmenliği açısından film standardın çok üzerinde. Bu noktada, kostüm seçimlerinin başarılı olduğunu, özellikle de soygunlardan birisi için seçilen rahibe kıyafetlerinin de oldukça ikonik olduğunu hatırlatmak lazım.

Kısacası, özellikle Jeremy Renner ve Ben Affleck 'in oyunculukları, yaratılan karakterlere ve suça yaklaşımı ile doyurucu, yüksek tondan sizi yakalayıp ekrana kilitleyen gerilimi, görüntü ve kurguları ile özenli, haliyle de izlenmeyi hak eden bir film The Town.

Bu izlediğim, Ben Affleck yönetmenlik yaptığı ikinci film. Gerçekten iyi bir yönetmen - bunda yapımcı ve sanaryo etkisi de vardır muhtemelen - ama her işi böyle olacaksa, her filmini de bayıla bayıla izleyeceğim, oyunculuğunu da ciddi ciddi sevmeye başladığım düzgün bir yönetmen olarak kabul ediyorum artık kendisini, ki bu noktada ileride bir Clint Eastwood havası yaratacak yorumlarına da katılmamak elde değil.